20 Nisan 2017 Perşembe

Plansız Empatilerim

Maç var diye kuruyemiş çekmişti canım. Kafamda 30 seneden fazladır kazılmakta olan çukura fazladan bir kaç kürek vuruşumun tek nedeni buydu o anda. 

Hazır karışıktan almak yerine favori beşlimi tek tek söylemek suretiyle süreci uzatmak, her işaret ettiğim yemişin ardından dükkan sahibinin biraz daha kasılan bıyıklarına şahit olmak, nakit para taşımama alışkanlığım sebebiyle iş bitiminde kart uzatacak olmanın ek malzemeli gerginliği; ve aslında götverenin teki değil, olabildiğine kendi halinde ve halden anlayan esnaf dostu bir sokak çocuğu olduğumu vurgulayabilmek adına sokak jargonundan kibarca harmanlanmış şık kelime paketlerini hizmete sunmak, bu sürecin ana temel taşlarını oluşturmaktaydı. 

Yani sizin anlayacağınız; biz empati hastaları için kuruyemiş almak, hiç bir zaman kuruyemiş almak anlamına gelmezdi.

Hedeflenmemiş ve basit mutlulukların, en az kendileri kadar hedeflenmemiş ve basit gerginliklerle senelerdir eylemekte olduğu aşağılık raksın müzmin ev sahipliğini yapma konusunda çaresiz bırakılmış olan beynim, 2004 Olimpiyatları ev sahibi Atina tesislerine veya 2014 Dünya Kupası ev sahibi Brezilya stadlarına bakıyor ve atıllığın esasında ne kadar da muazzam bir şey olabileceğine dair düşüncelere dalıyordu; yine bir o kadar hedeflenmemiş şekilde elbette!

Yatırımların çürüyüşünü temsil eden o atıllığın, günden güne miâdını tüketmekte olan beynim için hoş bir huzur anlamına geleceği mutlak bir hakikat şeklinde tartışmaya kapalı olsa da; 40 yıllık memuriyet hayatından kalmış olan alışkanlıklarını emekliliğinde atamayıp nedensiz yere her sabah 07.00'de uyanmaktan kurtulamayan insanların döngüsü kadar umutsuzdu öte yandan.

Çokça dalga geçilen, zaman zaman insanları darlıyor olmamın muhtemel olduğu huylarımdan bazılarını ilk fark edişim eski mahalle günlerine dayanır. Annemin hamile kaldığı andan itibaren topçu olmam hayali ile yanıp tutuşan babama, sırf mahalledeki maçlarda doğruyu söylediğim için bile bu alemde topçu olamayacağımı anlatmamaya karar vermiştim; çünkü tüm hayatı kendi kafasındaki bir kutudan ibaret olan bir adamdı ve ben o kutuyu parçalamak istememiştim. Ortaya çıkan ilk deplasman yalanım, eve ilk sarhoş gelişim, sigara içtiğimi söyleyişim, çalışma masamın rafında bulduğu Megadeth - Peace Sells But Who's Buying albümünün bookleti; hiç biri topu bırakışım kadar şok etmemişti onu, eminim. Ama yine de, hiç bir zaman anlaşamamış olsak da, o kutuyu parçalamadan çöpe koymak büyük önem taşımıştı benim için.

Mahallede ve okulda, çok geçmeden konu ne olursa olsun çocukların aralarındaki anlaşmazlıklarda yanına geldiği o gereksiz insan oluvermiştim. Ben istememiştim, ben planlamamıştım; ilk zamanlarda bu izlenimi verdiğimin farkına bile varmamıştım. İki idman yemişliğimizden ileri gelen, "baldırım çekti, nedendir?" sorularının muhattabı olmaktan zaten hali hazırda yeterince bunalmışken; mahallenin ıssız bir köşesinde, diğer çocukların bir gece vakti yaşıtımız bir elemanın tekini "cigaralığa dönüyoruz" diye kandırmaya yeltenmelerinin akabinde, o elemanın olayın gerçekliğine bana sorarak karar vermeye karar vermesi sonucu patladım. Tek istediğim sokakta top oynamak, hafta sonları da Fener'e kaçmaktı ulan; sizin hakeminiz olmak değil, daha fazlası hiç değil. Değil dedim bu cigaralık, bildiğin tütün.

Bu ikilemlerin ileride ruhumu sokacağı halet-i ruhiyeden esintiler almıştım sanki o gece... Esasen imkansızdı ama; belki bir içgüdüydü işte bilemiyorum. Hayatı basit yaşamak en güzel şeyken, tek gayem iken; yoldan çıkmamış halimizde dahi, hayatı kendi kendimize ne denli zorlaştırdığımızın kanıtları meydan dayağı yoğunluğunda yığılıyordu artık beynimize. Gündüz vakti ansızın aklına gelen, akşamki maça dair hissettiğin sevincin, otobüsten inerken kuruyemiş almaya karar verdiğin anda yok olup gitmesi hedeflenmiş ve komplike bir vaka olabilir mi yani? Lütfen kendinize gelin, bacağınıza sıçarım.

Kişiliğinize, huylarınıza, hobilerinize ve çevrenize karşı çıkardığınız yol haritasını; tıpkı pilotlar gibi üzerinden defalarca geçe geçe, üzerinde test yapa yapa geliştirir; geliştirdiğiniz ölçüde detaylarına hakim olabilirsiniz. Fakat gün gelip Hockenhaim'da revize çalışmaları başladığında, o tanıdığınız ve ustalaştığınız düzlük yoktur artık. Önce boşluğa düşseniz de, el mahkum; testlere yeniden başlamaktan başka çareniz yok. Ama sorun şu ki; hayat iki yönlü - sizin haricinizde bir de karşınızdakiler var. O yüzden; kime ne hissettirdiğiniz/rahatsızlık verdiğiniz, kimin kibarlıkla sizden gerçekleri sakladığı, kimin bazı şeyler hatrına düşüncelerine espri süsü veriyor oluşu belki de hiç bir zaman bilemeyeceğim(n)iz şeyler olarak kalacak. Gözlerinizi kapatın ve en iyisini umut ederek eski düzlükte sürüyormuş gibi basın gaza, ne diyeyim. Ben eyleyemedim, siz gerçekeştirin bunu.

Çünkü var ya, aslında nereye varacağımız hakkında kimsenin gerçek bir fikri yok.

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Brain Fade

Hayatın garipliğine dair vapur metaforunu kasıla kasıla kullanırken, vapurun kendisini hiç kullanıyor muyuz acaba? Düşünmediklerinizi düşünmeye adanmış hayatım ile, ben, düşündüğünüzden çok daha önemliyim sizin için. Müthiş özel, müthiş duyarlı, sevgi ve enerjiyle dolu bir kalbim var. Sorun, beynimin bu donanımı desteklemiyor oluşunda.

Yarım gün boyu yarım saatte bir karşılıklı yapılan her seferde, yetişme telaşındaki son insanlarla iskelenin kapısını kapatıp vapurun kalkmasını işaret edecek görevliler arasındaki ilişkinin boyutlarını ve karar anındaki mekanizmaların dinamiğini düşündünüz mü hiç mesela? Sırf işe geç kalmamak için şirin gösterme gayretinde olduğunuz iğrenç telaşınızı ve meymenetsiz sıfatınızı bir kenara koyarak azıcık delikanlı olun: "1 bölüm daha atarım, şimdi yatmaya gerek yok" dediğiniz, esneyerek snooze'a bastığınız, "koyarım götüne 10 dakka daha yatıyorum!" restini çektiğiniz anların hakkını verin ulan!

Gencecik cıbıl cıbıl kızlar varken, gözünde kaymış gözlüğü ve üzerinde terden koltukaltı ıslanmış tişörtüyle bir başına koşturmakta olan sizlerin nursuz sureti için mi bekletecekti yani vapuru görevliler? Heyhat!

Yine de olmaz dememek lazım bu hayatta. 3 ay içinde sırasıyla önce babamı, sonra dedemi, en sonunda da anneannemi anadan üryan göreceğimi söyleseler; ben inanır mıydım, olur bu iş der miydim sanıyorsunuz? Bu olsa olsa bir karar belirtme anı olurdu; ve ben hayır derdim. Ve önemli kararları vermekle geçiyor hayat, ya da önemli olduğunu sandıklarımızı. Bir nefeslenmek için oturduğunda ise, hangi kararı ne için verdiğini çoktan unutmuş halde bulabiliyorsun kendini. Kwame Brown'u 1. sıradan draft etmek, Andy Carroll için 41 milyon Pound ödemek, vakti zamanında O.'ya nikahı basmamak; veya Avustralya'ya gitmeye evet diyememek... Hepsi birer karar, birer seçim. Sonuçlarıyla yaşamak ise senin kendi kendine mirasın. Hiç biriniz, "kalmadı ki bize bir miras" diye üzülmesin o yüzden. Ardınızda bıraktığınız her anınız, size giren mirasınız.

Sanırım herkes neye ihtiyacı varsa onun için çabalıyor bu hayatta. O yüzden ki söylemlere değil eylemlere bakmak lazım gelir... Hayatın gidişatı içinde öğreniyorsun, telefonda 25 dakika geçim derdinden dem vurup ay sonunu zor getirdiğini yana yakıla anlatan arkadaşının, konuşmanın sonlarına doğru, "bir de arabayı değiştirdim işte, çok istiyordum" diyebileceğini! 20 yaşında beyni oradan oraya zıplayanların, 60 yaşında bir arpa boyu düşünce değişikliğine gidemeyenlerle birbirinden haberleri dahi olmadan ortak paydada buluşması ise, gözleri istemsizce doldurmaya aday bir sahne her zaman.

Küfredeceğiz birbirimize, sinirleneceğiz, söz verip tutamayacağız belki. Bazı kahpelikler hariç affedeceğiz birbirimizi, en azından kötü günlerde yanımızda olacak kadar. Zor anlarda herkes rolünü oynamaya devam edecek, en iyi bildiği noktada devreye girerek. Yeri gelip günlerce kanepenin üzerinden ayrılmayacak şekilde köşemize çekilsek de, oynamaya devam edeceğiz mecbur. Duraklama anlarını bildiren tabela her zaman kalkmıyor içinde olduğumuz oyunda çünkü... Bitiş düdüğünü ise biz duymuyoruz.

27 Nisan 2016 Çarşamba

Sosyal Okazyonlara Tepkisel Bir Yansıma: Yabaniyiz Ezelden

Geçtiğimiz günlerde, artık pek eskisi kadar görüşemesek de, yakın bir arkadaşımın düğününde bulundum. Şehrin güzel otellerinden birinde yapılan organizasyon her ne kadar içimi çok evvelinden şişirmeye başlasa da, sorumluluk ve arzu hissederek, her türlü hamallığa varım demek suretiyle hizmetimi ortaya koydum; öyle ki, hayatımda ilk defa navigasyon kullanıp yürüyerek, daha önce hiç bilmediğim bir sokakta hazır ettim kendimi günün erken saatlerinde.

Şıklık yarışındaki, "modern" ve "normal" insanlar, hayatlarında bir daha ellerine bile almayacakları kıyafetleri içinde arz-ı endam etmiş, birbirlerine tiyatral yeteneklerinin en üst kademelerinden örnekler sunar halde ilgili gözükmeye çalışıyordu. Kara koyundum ben yine, olabileceğim en "normal" ve "modern" haldeydim; elimden geleni yapmıştım ama belki yine de düğün sahiplerine laf getirecek bir kıyafet içindeydim: Ne boğazıma yapışmış bir papyonum, ne gösterişli bir ceketim, ne de taşan etlerimi cesurca sergilememi sağlayan bir sırt dekoltem vardı.

Kendimi yeni pozisyonuma adapte etmeye çalışırken, işleyiş mekanizmasını tamamen unutup, binmekte olan başka bir hanımefendinin yanında asansöre koşmam sonrasında yaşayacaklarım, pek güzel bir özet olmuştu aslında. Kendi kartını okutan hanımefendi, odasının olduğu katın düğmesine -elbette- sorunsuzca basmış; kartını yanında taşımayan ben ise, çıkacağım katın düğmesine karşı giriştiğim ısrarlı mücadelede başarısız olarak alakasız bir katta bulmuştum kendimi. Her köşenin birbirine benzediği ilgili kattaki meraklı bakışlar altında önce yangın boşluğunu dener gibi olsam da, daha büyük rezillik çıkmaması için çareyi görevlileri aramakta buldum.

...

Sosyal ortamlara karşı organik tepkisel yansımamız, yani amiyane tabirle yabaniliğimiz, hep bir uyumsuzluk ve agresiflik olarak algılanageldi... Ne yazıktır pek az kişi idrakine vardı ki, insanlara karşı ilgiliymiş gibi davranmıyorduk; eğer konuşuyorsak gerçekten ilgiliydik. Bir şey söylediğimizde, orada bulunuşumuzun gereği olsun diye değil; onu gerçekten hissettiğimiz için söylüyorduk. Çok kişi farkına varsın diye bir ihtiras içinde ise asla değildik; tek derdimiz 0 noktasıydı, yani tarafsızlık ve nötrlük. Belki ikinci bir düşünme, ikinci bir okuma.

Maç 3-0 iken kopan Pınarbaşı'nın hiç bir zaman büyük bir hayranı olmadık sizin anlayacağınız; tam tersi, haftalardan başka bir hafta, o ıslak deplasmanda, 80'de ikinciyi yemişken üzerine daha da bağıranlardık biz. Yazık ki, kaidelere uyarak yerine getirdiğiniz, onca şatafatla marine edip uğrunda kırk takla attığınız şeyi; ayakkabımızın teki hafif yırtılmış halde, esen rüzgara karşı pembe bir yalanla "üşümediğimizi" söyleyerek, atkımızı size uzatmak suretiyle hali hazırda ortaya koymuştuk zaten biz.

Görmediniz, canınız sağolsun.

Uzun zamandır, hayatın oturmuş düzen maddelerine ve hatta hayatın ta kendisine karşı içimde büyümeye başlayan isteksizliğe karşı, sevdiğim insanlar için bir şeyler yapmak icap ettiğinde mücadele ediyorum. Fakat elimden gelenin en iyisinin, sevdiğim insanlar için yeterli olduğundan emin değilim... Açıkçası kendimi garip hissediyorum. Sevdiğim insanları mutlu etmemin yolu, tüm bunlardan geçmemeliydi. Beni takı merasimindeki duruşuma ve tecrübeme, üzerimdeki kıyafetin şekline, X ülkesinin yerel yemeğini yiyip yemediğime, lüks restoranda kumaş/peçeteyi bacaklarıma yayıp yaymadığıma, ne bileyim işte, listeleri alt-üst eden single'ları tanıyıp tanımadığıma göre değerlendirmemelilerdi... Ben hiç birisini Xentrix'in 2. albümünün 4. şarkısını bilip bilmemelerine, ayakta işedikten sonra tuvaletlerinin her tarafını sidik etmelerine göre değerlendirmedim çünkü. Tuttum, kendi evimde işedim.

Beni sevseler de, görebiliyorum gözlerinde. Tam olarak yıkamadım o düşünceleri, başarısız oldum. Tribünde düştüğümüz duruma, "normal" ve "modern" hayat kriterlerinin gürültülü çarkları arasında da düşmekten kurtulamadık: Arkadaşlarımız, arkadaşlarımızın kız arkadaşları, karşılıksız kovalıyor olsak da maaşlı gözüyle bakanlar gibi baktılar bize. Uymuyorduk çünkü, para etmeyenden ilerliyorduk.

İroniktir ki; göze aldığımız, kendimizi yapmaya hazır hissettiğimiz bir çok şeyin yeri bile yok, bahsi bile açılmıyor. Biz, fazla gözükmeyen pis işleri yapmaya başını koymuşlar olarak, kağıt üzerinde kendimizi hazır hissettiklerimizden çok daha kolay gibi gözükecek noktalarda afallayabiliyoruz: Berber merasimi, fotoğrafçı ve bilimum görevli bahşişleri, bizim toplumda herkesin konuşmaktan kaçındığı fakat bir o kadar sıkça yapılan bir takım ayarlamalar, şık giyinmek, akrabalarla iyi geçinmek, kadınlarla iyi anlaşmak ve seks uğruna beş para etmeyecek sohbetlere uyum sağlayıp adapte olmak, bir davette yanına oturan daha önce hiç görmediğin bir kişiyle sohbet etmek, hastanede burnundan solurken yanına yaklaşıp kendince espri yapan güvenlik görevlisine ilgi göstermek...

Yahu, bir toplum, sıkça yapılan bir şeyi neden hiç konuşmaz? Sizin konuşmaktan kaçındığınız bir şeyi, neden en ince ayrıntısına kadar bilmek zorundayız biz?

Şahsıyla ilgili, kendini ifade yeteneği başta olmak üzere, çok fazla soru işaretleri olan bir insan varsayalım. Bu insan, kendini olayların neresinde gördüğüne dair şahsi hesaplamasını yaparken, çok farklıymış etiketine bulanırsa fark etmeden, itici gözükmeye başlayacaktır. Korktuk, hep korktuk. Çünkü biliyordu insanlar, yapmışlardı, tecrübe etmişlerdi bizim çekindiğimiz ve beceremediğimiz bir çok şeyi; ve bu yüzden bizim de onlar gibi olmamızı bekliyor, samimi bulmuyorlardı belki de bu "yeteneksizliğimizi".

Bir isyan haline, bir uyuşmazlık halet-i ruhiyesine, hatta ve hatta burnu büyüklüğe sokuldu benliklerimiz! Halbuki tek istediğimiz, çıktıktan 5 dakika sonra almayı unuttuğumuz bir şey yüzünden geri döndüğümüz markette, birilerine tekrar selam verme zorunluluğunda olmamaktı; bu kadar basit.

Diyeceğim o ki; yeri gelir sosyalleşir, yeri gelir normalleşir insanoğlu.

2. ve hatta 3. gözler için itinayla dizayn edilmiş, azın ve ucuzun, ilkelin ve sadenin her daim kötü olduğu olgusuyla yoğrulmuş bu mekanik hayatlarımızda; insanların gözüne nasıl gözükeceğin ve senin hakkında ne düşünecekleri algısı ile, kendi rahatlığını ve akıl sağlığını sağlayacak şartları bir araya getirme düşüncesi arasında hiç gidip gelmediğini söyleme bana. "Normal" kavramının bireysel olması gerektiği hissiyatı ve düşüncesi, bizi yaşayan en büyük kuraltanımazlardan biri yapagelmiş esasında, heyhat ki ne heyhat!

Buna ne niyetimiz vardı, ne de haberimiz oldu... Biz, sadece biz olduk. Biz idik. Kendimizi bildik, kendimizi kabullendik.

Peki; hayatın müşterekliğini, x-x-x ayrımı olmadan yaşanması gerektiğini savunan sizler; milyonlarla birlikte düştüğünüz ofsaytı görebilmek için kaç kamera açısı, kaç tekrar arzu ederdiniz?.. Ne yani? "Çoğunluk", tek veya yeterli gösterge miydi "normallik" için? 1945, normal bir yıl mıydı? Bugün Türkiye, normal bir ülke mi?

Yaşamımıza ekli vaziyetteki onca "yazılı olmayan kuralın" müsebbibi, insandan gayrı bir yaratık olsa, belki yine bir nebze sıcaklık pompalayabilirdi zihnime; fakat statü ve şıklığın sembolü olarak boynuna bir kumaş parçası bağlamayı seçen, Ural gölünü kurutan, 40 sene evvel sigara içmeyene - bugün ise 3 çocuk yapıp kredi kartı borcu olmayana "adam" gözüyle bakmayan insanoğlu; kendisine tanınan tüm şansları çoktan tüketmiş durumda.

Lüks rezidanslarınız ve artık kaplarına sığmayarak çatırdayan densizlikleriniz kadar büyük aslında korkularınız.

Sahte gülümsemeleriniz ve etiketli yardımseverlikleriniz ise bu saatten sonra hiç para etmeyecek.

O yüzden bilin ki, ölüm bir son değil bizim için; aksine bir umut.

Yeni bir başlangıç için. Yıkıp, yeniden daha güçlü inşa etmek için. 

28 Mart 2016 Pazartesi

Lazer Savaşlarına Giriş 101

Bir başarılı operasyonu daha gerçekleştirmiş olmanın haklı gururu ile siz muhteremlerin karşısındayım. Bu gurur hepimizin... değil mnk, tabii ki benim. Olum tamam yaş yolun yarısına dayandı, artık işler eskisi gibi değil, kendimizi adapte edelim; edelim etmesine de, counter-puştluğun da manası yok yani.


Lazerlerin ilk çıktığı yıllardı. Onlardan birini elimize ilk aldığımızda; güverteden içeri pelerinini savurarak giren Darth Vader havasına, teknisyenine kızıp 3000 dolarlık gitarını bir hışımla kıran Dave Mustaine asiliğine, galibiyet golünü yazdıktan sonra kart yiyeceğini bilse de skine takmadan formasını çıkaran topçu adrenalinine bürünmüştü bünyelerimiz.

Biz Türk gençleri bu karmaşık enerji kokteylinde dolanaduralım, olaya henüz tam vakıf olamadığımızın farkında değildik: Bunların bir de envai çeşit başlıkları vardı. Takıyorsun kuru kafa çakıyor, çıkarıp başkasını takıyorsun bu sefer de uzay gemisi oluveriyordu motif. Delirmiştik, kaldi ki hâli hazırda zaten ziyadesiyle deliydik; işte tam da bu yüzden, mahallenin sokaklarına fırlayıp lazerleri birbirimizin gözlerine tutmak suretiyle gayrıresmi göz ameliyatları gerçekleştirmeye başlamamız hiç uzun sürmedi.

Bizim jenerasyondaki miyopluğun genel nedenini böylece öğrenmiş oldunuz.

Daha heyecanımızın 2. haftası dolmamıştı ki, karşı apartmandaki p.çlerden Aytek, "benimki 100 metreye çakıyo oğlum" diyerek mahalle gençleri arasındaki bu taze ve alışagelmedik trendi başka bir noktaya taşıdı. "Hssktirlanyrram" ve "yalancınıansınısksnlrmi" şeklinde aldığı yanıtlar, konuyu kapatmak şöyle dursun, daha da alevlenmesine vesile olmuştu. Hiç birimiz olacakların farkında değildik. Artık günlerdir ilme ve bilime yönelmiş kıvamda "göz çizen" mahalle gençleri gitmiş, yerine usta navigatörler gelmişti.

Tüm mahalle kimin lazerinin ne mesafeye çaktığıyla, kimin bu konu hakkında yalan söylediğiyle, kimin kimin bu konu hakkında yalan söylediğini iddia ettiğiyle çalkalanıyordu. Deliliğimiz hep bakiydi, kabul, fakat hiç bir allah kulu çıkıp da bizim mahallenin çocuklarını istikrarsızlık ile itham edemezdi! Bunu gösterircesine işe koyulduk ve düşman çatlatmaya başladık.

Bir cuma günü, okulu bitirip hafta sonuna kavuşmuş olmanın verdiği Braveheart-vari hissiyatımız, lazerlerin kaç metreye çaktığı konusundaki spekülatif mahalle gündemiyle birleşince, kavga kaçınılmaz olmuştu: Topu habire alt mahalleye kaçırıp takım arkadaşlarımızı kazmalıkla itham ettiğimiz o yokuşun başında girdik birbirimize.

Aradan yıllar yıllar geçti.

"Kuru kafayla düz nokta aynı yere gider mi lan lale, nokta dağılmıyo bi kere" diyerek birbirine giren o çocuklardan birinin, aradan uzun yıllar geçti diye, mahalle arkadaşlarının haricindekiler tarafından üzerine lazer tutulmasını hoş karşılamasını beklemek elbette hayalperestlik olurdu; ben de karşılamadım zaten. Talihsizlik şu ki; çekili perdenin, ultra konsantre halinde olduğum FM ekranının, camı açıp nara atmamın çare olmadığı bu anlattığım yılların vitamin dahi olmayanı genç kanı, kiminle karşı karşıya olduğunun farkında değildi.

İlk gece avansından sonra, ikinci gece de bu iş devam edince; hemen yakınlardaki kuzene telefonu çakarak eve çağırdım. Lazerin geliş açısı üzerinden nereden sıkılıyor olabileceğini hesapladıktan sonra, kuzene, balkona çıkıp ışığı yakmadan vaziyeti bir süzmesini, muhtemelen bu işi yapan piç ışıklar kapalıyken yapıyor olacağı için, pencere önünde inip kalkan bir karaltıya yoğunlaşmasını söyledim. Yerimden ayrılmadım zira ben ayrılsam sıkmayı bırakacaktı. Kafamın keline bakarak aldanan bu pezevengin evladı, ski tuttuğundan habersiz şekilde, muhtemelen kahkahalar eşliğinde lazerle oynamaya devam ederek beni delirttiğini sanıyordu.

Balkonda soteye yerleşen işbirlikçimden, dalgayı sıkan hıyar oğlu hıyarın kuşkulandığım pencerede olduğuna dair konfirmeyi 10 dakika geçmeden aldım. Arkadaştan yakın zamanda çarptığım şık montu üzerime atmamla birlikte, @HAYIRDIR diyerek soluğu arkadaşların kapısında almam bir oldu... Terleyen sol baldırıma bağladığım döner bıçağı aşağı doğru kaymaya başlarken, kapıdaki gencoya sordum: "Bahele yeğen; sizin evde bi lazer var mı?". "Var" dedi, "kırmızı olacaktı bir tane". "Kırmızı değil, yeşil o" diye düzelttim; "halana selam söyle, bu işi burada bitirelim" diyerek ayrıldım.

Meğer misafirliğe gelen halasının oğluymuş zanlı. Çocuğun suçu yok ki? Anasıyla babasında tüm suç... Bizim zamanımızdaki incecik lazer, olmuş size baş parmak ucu kadar bir şey. Her yerin patlayıp durduğu şu vakitte X3 sinir bozucu oluyor... Yapmayın sevgili p.çler. Lazerlerinizi çekmecelerinize koyun.

22 Ocak 2016 Cuma

Acı Eşiklerimiz

Zamanında ne demişim, bak;

"Arkadaşım, Kasım'ın ortasında halen daha her gece sivrisinek kovaladığın memleketten bir skim olmaz; burada bırak hayatı, fare kapanı bile kurulmaz dediğinde çok gülmüştük, çok da geçmedi esasında üzerinden. O sıralarda ben de aynısını yaşıyordum her gece, oysa ki yaşam alanlarımıza en büyük ölçüde giren en tehditkâr hayvanın sivrisinek olduğuna kanaat getireli çok uzun yıllar olmuştu.

Altınoluk'ta cama takılı teldeki ufak delik sayesinde, daha sonraları yanına bile yaklaşılamayacağını idrak ettiğimiz rekor sayıda, tek odaya bir gecede 42 kere giriş yapmaları misali, benden ve daha milyonlarca insandan çokça küfür yerler belki ama; verdikleri tüm rahatsızlığa rağmen oldukça basit yaratıklardır ve hayata geldiklerinde yapmayı programlandıkları iki şeyi yaparlar mütemadiyen: Beslenmek ve çoğalmak. Buna, ışığı yakıp peşlerine düştüğümüzde saklanmalarından yola çıkarak, hayatta kalmak seçeneğini de ekleyebiliriz. Bir yerlerden gözüm ısırıyor bu üçünü ama... 

Aslında malum sloganımızın temsil ettiklerini özümseyebilmek amacıyla bakmak için ne kadar tutarlı birer örnek oldukları tartışılabilir; ama zaman zaman zıtlıklardan da çok şey elde edilebilir. Zıtlık dediysem şöyle ki, bu malukatlarda bir birleşmişlik yoktur ve çoğunlukla tek başlarına hareket ederler. Ama bireysel işlevleri haricinde çevredeki her tür canlıya verdikleri/verebildikleri rahatsızlık bence ilgilenilmeye değerdir. Bak, geçen gün yine gencecik bir kız astı kendini, okuduğu üniversitenin yurt odasında. Velev ki bir başına bir sivrisineğin kaldırdığı gürültüyü kaldırabileydi, velev ki ideallerini daha yüksek sesli anlatabileydi... Belki halen daha hayatta olacaktı, kim bilir.

Aha, bu da o sivrisinek işte. Bunca yıllık düşmanlığı ve kini göz ardı edip bir helal olsun çeksem sana, duyamazsın ki biliyorum. Artık rahatsız olmamayı başarıp en mışılından uyumaya devam edeyim desem, yine anlamayacaksın ona yanıyorum. Onu bunu bırak da; sen yaradılışının gereğini bu kadar basit ve kusursuz şekilde yerine getirirken, tüm bu insanlara ne oluyor da eğitimsiz ve cahil diyerek kendimizi aralarından sıyırdığımız kısmı arabayı ormana çekip karanlık bir köşede kadının tekine tecavüz edip keserken, eğitimli sayılıp şehirlerin ve devletin yönetiminde olanlar pastadan Atatürk maketi filan çıkartıyor; asıl onu anlamıyorum."

--

Yani, derin mesajlardan sıyrılıp da alabildiğine yüzeyselleştiğimizde şunu görüyorum(z); sivrisinek denen bir gerçek var bu hayatta :mal: 

Sevmeyebilirsiniz, hatta nefret edebilirsiniz; ama o boyuyla bu aleme vurduğu damgayı silemezsiniz bre vicdansızlar! Hepinizin aklında Jurassic Park'ta dinazorları canlandıran mahlukat olarak yer etmiş olan bu canlının ben ta mnakoyim, koyim ama hakkını da vereyim diyerek bazı düşüncelere daldım geçen gün. İnkâr etmeyin, sizin de aklınıza Jurassic Park geldi, biliyorum... O doktor dayının tokmağıyla kafanıza vurmadan iki dakka delikanlı olun.

Ocak ayında yattığınız yerde görünce, koca şehri gömüp küfretmenizi sağlayacak kadar kudretli olan bu minik eleman, hemen hemen bütün dillerde kendine yer etmiş bir benzetmenin de esin kaynağıdır aslında: "Yok abi, hiç acıtmıyo; hani sivrisinek ısırığı gibi"... En son, omuzlarını dövmeyle kaplatmaya karar veren bir arkadaşımdan duydum bunu geçen gün; ulan bu nasıl evrensel bir terimdir diye düşünmeye başladım akabinde. Sen de düşün; okyanusun ötesindeki adam ne seninle aynı ağırlık birimini kullanıyor, ne de uzunluğu senin anlayacağın cinsten hesaplıyor; ama heyhat, insanoğlunun canı tatlı, iş oraya geldiğinde Peru'nun nemli ormanlarından tutun da Orta Doğu'nun çorak çöllerine kadar her yerde dil aynı!

"Formanın hakkının verilmesini" çok önemli bulan insanlar olduk biz hep. Sonradan öğrenmedik bunu, doğuştan böyleydik. Zaten tam da o yüzden duygular bu kadar yoğun oldu bizim için... Dravdan bir arma öpüşü, kaçan golden sonra aktığına şahit olduğumuz bir gözyaşı, mikrofona verilen özeleştiri içerikli bir demeç eritmeye yetti içimizi; o lami cimi eden halimizi susturup, anında daha da bağlandık olaya. Ama yanılmaktan yılmadık, 10 kere tufaya düşüp 11.'de yine aynı boku yedik. Yanlış yerde aradık belki hatayı; yapmayı bildiği tek şeyi yapan sivrisineğe kızar misali, kahpelerin iyi görünüşüne kandık; sonra bizi dizimize kadar suya sürüklediklerinde, "neden yaptın?" diye kızdık, bağırdık. E, oldu mu ama?

Başka bir arkadaşla oturduk geçen gün, "artık çabaları ve hisleri önemsemekten yıldım, her şeyi teker teker rafa koymaya başladım" diyerek, dikkat; 1 tanesi geçen ay olmak üzere son 10 sene içerisinde 2 sevgilisinin vefat ettiğini, tüm bunlar yetmemiş gibi bir de eşini başka bir kişiyle bastığını; ülkede bu anılardan kaçmak için yeterli yer kalmadığından, elindeki tüm eşyaları dağıtarak, tarafımdan görülen ve içinde sadece 2 kazak olan bir sırt çantası ile "gitmeye karar verdiğini" söyledi.

Seneler önce yazdığım o şey geldi aklıma ansızın. Sesini çıkaramayan, bir sivrisinek etkisi yaratamadan göçüp gitmeyi seçen genç bir kız; sonra bir de bu arkadaş. Hangisi daha zor karar, bilemedim bir an. Tokat yemişe döndüm, bir acı kahve daha söyledim, söyledim ki ellerim kafeinden titresin bir an önce; çünkü o tokat yemiş sıfatımı bir şeye, herhangi bir şeye bağlamak zorunda hissettim kendimi. "Bu adam bunu nasıl yazmış" diye herhangi bir senaryoya şaşırmamak lazım artık sanki? Ufak bir şehir turunda senaryonun kralı ile yüz yüze gelebiliyor çünkü insan.

Diyeceğim o ki; her türlü gtüne koyim fakat sivrisinek delikanlıdır, dürüsttür. Binyıllardır çizgisini bozmamıştır. Arasan da, sorsan da, vurmaya çalışsan da geri yapmaz... Öte yandan; insanoğlu, kader kıymet bilmez-nankör-yanar döner-menfaatçi-riyakâr-içten pazarlıklı insanoğlu, çok iyi bir elemeye tabi tutulmadığı (penceredeki telliğe tekabül eder) ve gerekli diğer önlemler alınmadığı (Off, terlik, vb'ne tekabül eder) takdirde, karşınızda elbet gün gelecek ve esas kimliğine bürünecektir: Bütün kumarların yaratıcısı ve dağıtıcısı.

"Giden" için; 

Mama now I'm coming home
I'm not all you wished of me
A mother's love for her son
Unspoken, help me be

I took your love for granted
And all the things you've said to me
I need your arms to welcome me
But a cold stone is all I see

5 Ocak 2016 Salı

Süregelen Takıntılar 9

Çok gereksiz şeylere çok çok acayip merak içindeyiz
Ne savaşlar oluyor bitiyor yine biz bu konuların dışındayız



* ATM'ler mesela. Çok ilginç değil mi lan? Ne? Ne demek değil, skerim belanızı; tabii ki ilginç, sadece nezaketen soruyoruz... Dün bir "ATM alanının" yanından geçerken girdi içime o canhıraş feryat: Kim ayarlıyordu ulan bu makinelerin içindeki para oranlarını? Hangi harmonik ortalamayla (harmonik ortalama tabii, ne sandınız yrraamlar) karar veriyorlardı neredeki ATM'ye ne kadar para konulacağını? Ne sıklıkla yapıyorlardı bunu? Ben sokaklarda işsiz ve avare avare dolanırken, bunu ayarlayan ampirikuku departmanının başındaki o dangalak, nasıl bir sorumluluğu olduğunun, ne büyük bir yükü omuzladığının bilincinde miydi? 


Mesela paraları dağıtmak için seçtikleri saatler, trafiğin yoğun olduğu saatler miydi; yoksa yol çalışması ekipleri gibi gecenin ıssız saatlerini mi belirlemişlerdi bu ulvi amaç için? Cebindeki para oranıyla gideceği mesafenin taksimetredeki karşılığının hesabını yanlış yapıp taksiden indiğinde acilen para çekmesi muhtemel bir sözelcinin makine ekranında, "Şu anda paranızı ödeyemiyorum - En yakın ATM ..." ibaresini görüp titreme nöbetine girmesini önleme hususunda ziyadesiyle büyük öneme sahip bu çalışmaları hangi kriterlerle yapıyorlardı? 


Her ne olursa olsun, benim kadar iyi bir iş çıkaramayacaklarına dair olan inancım tamdı. Tam olmasını bırakın; bu inancım eve doğru yürürken attığım her adımda daha da güçleniyordu. Evet evet, onlar kim köpekti ki? -20'lerde aldığı bütçeyi, sözleşmesi biten oyuncular ekranında saatler geçirip kelepir topçuları beleşe bağlamak ve takımdan da yüksek maaş alan isimleri satıp para kazanmak suretiyle çok geçmeden +60/70'lere ulaştıran, yani kötü gün yönetimi hususunda senelerin tecrübesi statüsündeki bendeniz ile boy ölçüşmeleri düşünülebilir bir hakikat miydi? Hayır, hayır... Gerekirse 100 liralık çekimler için salı, 50 liralık çekimler için çarşamba, 20 liralık çekimler içinse perşembe günlerini tayin eder; ama yine de kardeşlerimi ve hemşehrilerimi ATM ekrandaki o nahoş yazıyı görme anından her ahval ve şeraitte korurdum. Evet.


--


* Kendime kıyafet filan almayı bıraktığımı söylemiş miydim örneğin? Parayı basıp, yeni kıyafetler alıp, kardeşimin üzerine 2 poşet elbise döktüm ve bu kararımı böylece aileme de deklare etmiş oldum. Artık kendime almıyorum, hepsini kardeşime harcayacağım ama böyle dedik diye banka kartımın şifresini de size verecek değilim, oha lan yuh ya ne biçim ailesiniz siz dedim. Sevinçle karşıladılar, hemen çay demlediler. 


Kendime bir harcama yapmama kararı aldıktan sonra, etiketlerle olan kavgalarım da bir üst boyuta taşındı. Reyon önünde diş macunlarına kafa atma raddesine gelişim reyonların ıssız olduğu dakikalara tekabül etti diye sevinecek değilim ulan ibneler! İcabında oranın toprak sahibinin, hatta oranın müdavimi olan mahallenin en seksi kızının önünde de bunu yapmaktan çekinmem! Sen kim oluyorsun da, 50'lik diş macununu 5 liraya satıyorken, 100'lüğünü 15 liraya satıyorsun? Karşında sözelci mi var? 


Hayır, bu işin kuralı, "fazla aldıkça fiyatın uygunlaşması" şeklinde değil miydi? Peki şu halde; 100'lüğe 15 lira vereceğime 2 tane 50'lik alıp olayı 10 liraya kapatmaktan beni alıkoyacak olan nedir? Ha, nedir? Ters psikoloji denemeleriniz bende işe yaramaz, yaramaz zira ben doğuştan ters psikolojiye sahibim sevgili global firmalar. 40 fırın ekmek yemeniz, 360 derece metod değişikliğine gitmeniz lazım, bu kafayla olmaz... 180 miydi lan o yoksa? Her neyse, adam olun orspuçocukluu yapmayın.


--


* İlk işsizlik maaşımı çektiğim PTT şubesinden, çalıştığım bankanın para yatırma özelliğine sahip ATM'lere sahip olan şubesine doğru yapacağım yürüyüşü kafamda bir spor rotası haline getirmiş, kendimle bir kez daha gurur duymuştum. Duymakta da fena halde haklıydım: Kolay mıydı böyle bir planı yapmak? Bir taşla üç kuş vuracak; aynı anda hem yürüyecek, hem müzik dinleyecek, hem de işimi halledecektim. 


Neyi sevdiysek tedavülden kalktı, neye olta attıysak soyu tükendi mottosu, sülale kontenjanından annem için de geçerli hale gelmiş olacak ki; kadıncağızın hoşuna giden deodorantı artık bulamamaya başlamıştık. Kendimle gurur duymama yol açtığını az yukarıda söylediğim rotamı icra eylerken, büyükçene bir marketin önüne geldim, içeri girip şansımı bir de orada deneyeyim istedim. Dışarıdaki tüm şaaşalı ve janjanlı görünüşüne rağmen, benim aradığım malzeme reyonu ola ola bir yemek masası kadar olan işletme anlayışının ta anasına avradına sövüp, yarım saat önce PTT görevlisinden işittiğim, "2 liran var mı? Yoksa piyango bileti vereyim" cümlesi karşısında yaşadığım kitlenişin boyutunu hesaplamaya çalışırken; dinlemekte olduğum şarkı bitti ve yeni bir tane başladı: Lizzy Borden - Me Against the World. 


Artık ne bulunamayan deodorantlar, ne soyu tükenen sevilenler, ne de PTT çalışanından gelen enteresan teklifler önemliydi... Meşhur yürüyüş sahnesindeki Reservoir Dogs karakterlerine bok yedirmekte, en janti saç modeliyle ortamdaki taş hatuna yazan piç elemana sağlı sollu girişmekteydim. Bütün markette hayat durmuş, herkes dinlediğim şarkıyla birlikte o ulu uyumu yakalamış olan müthiş havalı yürüyüşüm sayesinde sarhoş olmuştu bile. Bu anı ne bozabilir ki? derken, marketten aradığını bulamadan elleri bomboş çıkanlara Fatih Erkoç'un ses tonuyla sorulan o soru beynimde yankılanmaya başladı: Nerde lan bu mnakodumun satın almasız çıkışı?

1 Aralık 2015 Salı

Özüne Dönmeye Dair

Geceler gündüze, gündüzler geceye döndü yine. Ruhunu paraya satanların katıksız ve dürüst karaktersizliğine gıpta ettiğim o girdaptayım. Ne benden kötülerini, ne de onların durumunda ne yapacağımı düşünmediğim bencilliğimle güneşliklerimi çekiyorum, umarsızca devam eden hayatın üzerine.

Duymak istemiyorum kimseyi, paylaşmak istemiyorum kimseyle. Haksızlık olarak gördüklerim realiteymiş, bundan ötesi para etmiyor zihnimde. Para dedim de, aklıma geldi... Bu dünyada ne büyük ihtiyaç, ne ulu bir kahpelikmiş o. En büyük heybeti ise, olmadığı zamanda sana verdiği sıkıntıda değil; bildiğin yönlerini sana defaatle kanıtlamasında bence.

Yoksun sen, verecek paran olmadığı için planlara ortak olamadığında. Yoksun, rakı masasına 100 lira koyamadığında. Sevgili, arkadaş, dost, abi; değilsin hiç biri, sana saygı duyulacak etkileşimlere çıkış yolun olan şeyin cebinde yarattığı tek olgu boşluksa. Ruhunu dinlendir şimdi, kendine bahaneler uydur. Tiyatro oyna evde, seni sevenler kafanda raks eden realiteyi göremesin diye.

İyi olmaktan, iyi olduğumu düşünmekten, çabalamaktan, bugüne kadar içine sokulduğum tüm o "ilahi" ve "manevi" betimlemelerden sıkıldım. Hayırsız, bencil, alçak ve menfaatçi olmak istiyorum. Belki de haklıydı tarih boyunca bunca insan? Belki bir bildikleri vardı bizim göremediğimiz? Belki de "çoğunluk" yegane gerekliliktir haklılık için?

Bu alçaklık sıradan olmamalı... Öyle güzel gelişmeli ki, hak edilmiş ve kültürle bezeli bir zerafete sahip olmalı. Evet, artık tüm benliğim pijamalarımın içindeki aldırmayan adamla geleceğe dair umut kaygısı yaşayan ergenin arasındaki çift kale maçta yaşayacak. Bir tümör, bir sülük: Bambaşka anıların, bambaşka hatıraların getirisi olacağım yeni alınmış maaşlarınızla kurduğunuz sohbet masalarınızda.

Sahi, acılar ve hayaller içinde son nefesini vermeden kaç gün önce kurmuştu o cümleyi?

"Kariyer denen şey bir 20. yüzyıl icadı; ve ben onu istemiyorum"

...peki ya o seni istiyorsa?