İkiye ayrılırdı bir kartpostal: Klişe en iyi dilek yazılarının yazılması için hazırlanmış nispeten boş bir arka taraf; ve bana göre asıl üzerinde düşünülmesi gereken bölge olan, iç acıcı bir manzaranın fotoğraflanmış halini yansıtan ön yüz. Tarafların farklı olması, temsil ettikleri şeyleri de kaçınılmaz olarak değişik kılardı. En iyi dileklerin yazıya döküldüğü o arka taraf son yıllarda misyonunu cep telefonu mesajlarına, ya da halen daha alışamadığım teknik ismiyle SMS'lere bıraktı. Yüzeyselliğinden nefret ettiğim için, için için iyi oldu dediğimi hatırlıyorum; ama ileri görüşlü bir insan olmadığımdan ileri gelse gerek, cep telefonu mesajlarının -pratikliklerinden ve işlevselliklerinden ayrı olarak- kartpostalların ne denli dramatik versiyonları haline geleceğini sezinleyememiştim.
Kartpostal dediğimiz şey bir veya bir kaç kişiye gönderilirken; karşımızda bir anda, bayram gibi özel günleri tebrik etmek amacıyla bir kaç dakika içinde düzinelerce kişiye gönderilen kalıp cep telefonu mesajlarını bulduk. Vay benim dertli başım tümcesini ilk olarak ağzıma alışım da bu zamana denk gelir. Hele hele, beterin de beteri vardır sözünü haklı çıkarırcasına, aynı gün içerisinde aynı mesajı birden fazla kişinin göndermesi durumu vardır ki; bu durumdan daha fazla bahsetmeme yine penceremden gördüğüm kara bulutlar mani oluyor.
Esasında, kartpostal ile iletilen dileklerin yerini cep telefonu mesajlarına bırakmış oluşuyla ilgili tutulmuş bir istatistiğe filan göz atmadım, ya da öyle bir istatistik var mı onu da bilmiyorum; ama sanmıyorum ki kartpostal da zamanında mektubun başına gelen terkedilmişlikten payını fazlasıyla almamış olsun. Ama eski güzel günler geyiği yapmak değil amacım, tam tersine kartpostalların ne denli hain şeyler olduklarından bahsedebilmek iki kelamda. Bu bağlamda, kafama asıl taktığım yerin ön yüz olduğunu söylemem gerekiyor. Tatil köylerinin marketlerinde de hemen girişin oraya dizilirdi bu meretler. Gerçekten hepsinde de güzel bir yer fotoğraflanmış olurdu, en popülerleri de şehrin kaleden görünüşünü yansıtanlarıydı.
Aslında senelerce, insanlar birbirlerine bu kartpostalları gönderirken, biri de çıkıp bana önünde görmek istemeyeceğim bir manzara olan bir kartpostal gönderse ne kadar dürüstçe olacağını düşündüm; çünkü Jerry Seinfeld'den herkesin birbirine tamamiyle dürüst olduğu bir dünya düşünün: - seninle arkadaşlık yapmak istemiyorum - sorun değil, zaten senin de nefesin kokuyor bağlamında bir paragraf dinlemiştim. Etkilenmişim besbelli.
Şehrin kaleden görünüşü... Asıl taktığım manzara buydu işte. İnsanların önlerine gelen her şey konusunda ahkam kesmeyi ne kadar da sevdiklerinin, daha doğrusu ahkam kesmek için kendilerine ne kadar malumatın yeterli olacağını düşündüklerinin güzel bir yansımasıydı bana göre. Sırf o manzaraya bakarak bir yerin ne kadar güzel olduğunu söyleyenler gördüm, görmez olaydım. Yoğurdun kaymağı misali yüzeysel bakışlar atar o manzaralar, koca koca şehirlere... Sadece mutlu anları düşünmeye iterler insanı, oysa ki hiç de öyle değildir işin aslı. Bir yere tatile gelip 10 gün kalmak ile orada sürekli yaşamak gibi, farklı yürür bu düzen. Çocuk kafayla dedemin eski yazlığından hafızamda kalmış en net görüntü olan, karanlığın çökmesiyle ortaya çıkan büyük böcekler misali; herkes elini ayağını çekip asıl meşgalesine döndükten sonra farkedilmeye başlanır dramlar, isyanlar, mutsuzluklar; yani en yalın haliyle, dur ithal bir kelime çakalım araya: Realite.
Belki de sadece, bir insanı ne kadar sevdiğini ve ona ne kadar yakın olduğunu söylerse söylesin, yine de onun henüz gidip göremediği bir yere gittiğini duyurmak için sabırsızlanacak ve bunu duyurunca da garip bir mutluluk hissedecek kadar acayip bir yaratıktır insanoğlu.
Mahalle futbolu kültürünü terimizin son damlasına kadar yaşattığımız ve bunu yaparken de çok eğlendiğimiz eski mahallemde, maç yaptığımız sokaklardan iş dönüşü evine giderken geçen ve bizi gören abiler vardı. Bunlar genelde, okulla sorun yaşamış, spora yönelmiş ama sonradan sporu da bırakmış veya bırakmak zorunda kalmış kişilerdi. Ne hikmetse, siyah deri montlu olanını hiç unutmam. Daha o zamandan belliymiş metalci olacağımız, keh keh. Bir şeylere özlem duyar gibi bakardı bize, bazen topu isterdi, verirdik. O da iki klas hareket ile bize kendince kısa bir göz ziyafeti çektikten sonra topu geri atardı, belki de o dakikalarda camdan bakmakta olan bir hatuna hava yapardı, kim bilir.
Yani işin kartpostal manzarası tarafından bakınca, iyi anlaşırdık. Ama şuracıkta onca sene sonra itiraf ediyor olmasam hanginiz bilecektiniz, o anda elimde olan mahallede tüm gün futbol oynama özgürlüğümün onda olmadığını bilerek içten içe gaza gelip eğlendiğimi? İşin garibi; oynamayı bıraktığında tüm bunları unutup hemen işin öğretme kısmına geçmek ister insan. Ben de öyle yaptım; ama Al Pacino değiliz ki, Peace With Inches Speech çekelim.
Belki de o yüzden yolculuklarda Agent Steel dinlemeyi bu kadar çok sevdim. Dünyaya tepeden bir bakış atıyorlar ya hani, uzay falan filan...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder