Artillery'nin yep yeni taze taze albümü çıktı, Legions. İlk dinleyişte vuran ve sizi avucunun içine alan albümlerden biri olduğunu söylemek zor. Aslında bu noktada her Artillery sever kafasında yeni bir Artillery albümü dinlerken gayri ihtiyari şekilde biraz zor duruma sokuyor kendini, hadi hadi bırakın şimdi salağa yatmayı, alayımız By Inheritance ile kıyaslıyoruz az da olsa. Bu elbette yanlış bir şey, albümden alınacak zevki azaltıyor ama elimizde değil biraz da. Nitekim ilk başta dudağımı büküp tek gözümü kısmak suretiyle gayet mesafeli ve ukalaca yaklaşmış olsam da, sonrasında albümün aktığını düşünmeye başladım ve neticesinde keyifle dinliyorum.
Albüm dinledikçe kendini sevdirengillerden. Bıkmadan usanmadan şans verdim ve kulağım alıştı. 2009 ve 2011 çıkışlı son 2 albümde söyleyen, gruba girdiğinde eski şarkıları dinlemedim bile şeklinde açıklama yaparak durduk yere kendisine kurulmamızı sağlayan, bu tahrik unsuru ve ucu hafiften kaçmış olan alkol tüketimi sonucu 2009 konseri öncesinde grup Sıraselviler başında mekana girmek üzereyken yakın mesafeden FLEMMING! FLEMMING! şeklinde grubun ilk vokalistinin ismini haykırmamı sağlamış olan eski vokalist Soren Adamsen ayrılmış ve yerine neredeyse bizimle yaşıt Michael Bastholm Dahl dahil olmuş. Evet, Dahl dahil olmuş. Gerek performans gerekse hissiyat açısından hiç de fena olmamış gibi duruyor. Sesi fena değil. Sound desek bir önceki albüm My Blood ile arasında bir fark yok, çizgi aynı. God Feather, Wardrum Heartbeat, Dies Irae, Chill My Bones ve Legions bence albümün öne çıkan parçaları. Chill My Bones'un introsu ise tam zil sesi yapmalık bir şey, vurmalı doğu ezgileriyle filan başlıyor çok tatlı olmuş. Fikir benim ayrıca. Kimse zil sesi yapmasın, ben yaptım bile.
Bak şimdi, dinle dinle. Geçen bir muhabbet patladı, bizim milletteki "geçen" kavramının genişliğinden yola çıkarak bu 5 sene öncesi de olabilir, piçlik parayla mı söylemiyorum tam zamanını ahah. Eski savaşlara ve uzun seferlere olan meraktan açıldı konu; adam Fransa'dan Kudüs'ü kuşatmak için ordu yapıp (sanki deplasmana otobüs yapıyor pezevenk) belki 150 bin kişi yollara düşüyor; nasıl gidiyorlar, ne yiyip içiyorlar, bunca insan nereye işeyip sıçıyor, nasıl yıkanıyorlar misali gelişti konunun gerisi. Günde 10 saat yürüse bir ordu, sen de bunu günümüzde canlandırmak suretiyle hissiyatını daha yakından algılamaya karar versen, haydi kalk bakalım sırtına kılıç-kalkan ağırlığını amorte edecek 30-40 kiloluk bir çanta tak ve başla Beşiktaş'tan Zeytinburnu'na yürümeye. Dedim bu işleri ben de çok merak ediyorum. Misal antik kentlerin yakınından filan geçsem hepten triplere giriyorum. Daha geçen ay yaşadım bunu... Belki şu taşın üzerinde ne babayiğitlerin kellesi gitti diye hüzünleniyorum, entarili dayılar kim bilir ne denli hayati şeylere karar verdi diye gaza geliyorum. Ondan sonra ver lan bir bira daha diyorum, ne yapayım. Komik bir şey mi var arkadaşlar? Varsa söyleyin hep beraber gülelim. Beşiktaş - Zeytinburnu dedik; Beşiktaş - Zeytinburnu arasının bizim şu zamanda yürüyecek olsak solumak durumunda olduğumuz egzosuyla (okuduğum gibi yazdım), orduların vakt-i zamanında yayla havası ala ala yürümesi arasında da fark vardır diye düşünüyorum. Tamam adamlar zor işlere girmiş ama bütün her şey de 2013 lehine değil yani. Değil mi ama? O yayla havasında rakı kafa yapmıyor arkadaş, yaylada/dere kenarında içtiğini şehrin içinde iç de, Hakkinen bu hafta kaçıncı oldu? diyor musun demiyor musun, göreyim seni. Ayrıca... Bir yandan yürüyüp bir yandan da gözünü kaşırken, belediyenin açıp büyükşehir ve ilçe belediyeleri arasındaki anlaşmazlığın inada binmesi sonucu kapatılmayan çukura düşme ihtimalinin hiç olmadığını söyleyebilir misiniz yani bana? HA, SÖYLEYEBİLİR MİSİNİZ!? İşte bu bilmemkaç yüz yıl öncesinin bilmemkaç yüz bin kişilik orduları nasıl bu kadar yol gidecek, nasıl yıkanacak bu adamlar diye düşüneli pek de fazla olmamıştı ki (hakikaten başka işim yokmuş ki bunu düşünmüşüm); 1-2 saat öncesinde baya bir yağmur yağdı. En şiddetlendiği sırada bisikletle salondan eve dönüyordum, donum zaten ıslaktı da ayak parmaklarımın uçlarına kadar da ıslandım, baya denize atlamış kadar oldum. Üşütmeden eve varıp sıcak bir duş alayım diye pedala yüklendikçe yüklendim, sıcak duştan başka bir düşünce yok yani kafamda... İroni nedir dersen işte budur; şimdiye kadar hiç bir sorunu olmayan duş başlığının borusu parçalanmış. Damlaya damlaya eve girdim ki bunu gördüm. Lan yani o an buzdolabı bile bozulsa bu kadar deliremezdim. O an ihtiyacım olan tek şey çalışmayınca çantayı tekmeledim o anlık sinirle, bak bak triplere bak. Hemen akabinde çocukluğumuzun usulüne, kova/maşrapa şekline talim ettik mecbur. Şimdi yani o kadar alışmışız ki bazı şeylere; adeta sık kullanmaktan önemini unutmuşuz, esasında günlük yaşantımızda fazlasıyla önemli ve vazgeçilmez olmalarına rağmen tam tersiymiş gibi dönüşüm geçirmişler biliçaltımızda/beynimizde. Ulan der insan normal zamanda; IPhone bilmemkaç çıktı, duş başlığı da icat mı? Bak şimdi IPhone'a laf attım eyvahlar olsun, okuyan olursa herkes kızar bana... Ama laf atmakla da yetinmiyor ve ekliyorum: Bu az geride dediğimi diyen olursa söyleyin, yarın gelip ağzına ağzına ıslak odunla vurayım. Yüzyılın icatlarından biridir lan bu duş başlığı, IPhone neymiş? Daha şimdi aklıma gelmeyen onlarcası vardır böyle... Mailine bilgisayarından bakıp, oyununu yine bilgisayarından oynarsın. Dışarıdayken 2 saat twitter hesabını kontrol etmesen gebermezsin, çükün de düşmez, merak etme. Telefon açıp mesaj göndermek desen, onu antenli Ericsson GA628 ile de yapıyordun. Ama şu duş başlığı bozulduğunda, afedersin sabunladığın kıçını ve apış aranı maşrapa vasıtasıyla durulayayım derken, duşakabinin içinde bir amuda kalkmadığı kalıyor insanın. Bunu ortadan kaldıran bir aletin bulunuşu için artık daha saygılı ve vefalı davranacağım. Ne derece önemli olduğunu hatırlayabilmek adına, bugünden itibaren ayda 1 gün kova ve maşrapa ile yıkanmaya karar verdim. Psikopatım ********** var mı? Sevdamıza sorguyla yaklaşanlar ve ciddiye almayanlar için, buyrun, burada 1996 yılında kaliteli duş başlığı bulma uğrunda Hasırcıbaşı'nın arka sokaklarından birinde Sırbistan'dan gelen karaborsa malları inceleyen beni ve komşumu görebilirsiniz.
O dönem İngilizce konuşuyorduk Hasırcıbaşı'nda. Bir kaç ay sürdü bu akım, sonra geçti hevesimiz.
Yolculukları, ağzın kenarından omuz hizasına salya akıtmacalı uyuklamaları, gecenin körü ay ışığında Agent Steel dinlemeleri anlattık da; neden yoldayız ondan bahsetmedik hiç. Salya malya yok lan, kalabalık olsun diye yazdım onu. Odaklan şimdi. 1998'den; Fransa'nın ilk defa dünya kupasını kazanıp da muhtemelen tüm nüfusunun sabaha kadar seviştiği o seneden, ailem tarafından lanet olası o kararın verildiği o lanet olası yıldan beri yollardayız. O taşınma kararı ve satılan yerler yüzünden şimdi kendi şehrimizde piç gibi yersiz yurtsuz kalıp, senelerdir elalemi verdiğim kiralarla zengin ettim. O yüzden bütün hayatı boşuna yaşamış gibi hissediyorum şimdilerde. 98' itibariyle 5 sene kalabildim burada, o 5 sene içinde de durmadan İstanbul'a, Fener'e kaçtım. Ama iki yerden birine dönmekle yollar biter mi? Bitmez elbet. Bu sefer aile hasreti ve kira belası dolandı hayatımıza. Bu ikisini doğup büyüdüğün şehirde yaşamak o kadar garip ve kötü ki, size anlatamam. Bu alemde bir aileni bir de takımını, yani tutkunu atamazsın hayatından. 10 sene geçti aradan. Bu sene üniversiteyi kazanan kardeşimizin de yanında olalım, hem ailemizle hasret giderip hem de kardeşimize geçmiş senelerde yapamadığımız abiliği yapalım diyerek, geçici mottosuyla tekrar terk ettim İstanbul'u. Her dönüş daha kötü yapar insanı, bilirim. Hele benim gibi balık burcuysanız hepten sıçmışsınız demektir; kafaya takmadan, odalarda kendi kendinize ağlamadan edemezsiniz. Sanki dünyanın sonu gelmiştir, öyle bir ağırlık vardır göğsünüzün tam ortasında... Ama daha kötü hale gelemeyeceğinizi düşünüyorsanız bir de "terk etmeyi" deneyin. Geçici olarak gözüken o terk etme kararlarını almak insana tüm dönüşlerin toplamından fazla koyuyor. Yaşlandırıyor, yıpratıyor. Bunu belki 2 veya 3. kez yazıyorum burada... Baba olanlara, olacak olanlara sesleniyorum: Başka bir seçeneğiniz kalmadığı sürece 2. bir şehri sokmayın lan hayatınıza. Sokmayın olum. Size hiç bir şey olmasa da, hatta artık istediğiniz yerde yaşama fırsatını yakalamış olsanız da, çocuklarınızın hayatı tam ortasından ikiye ayrılıyor. Onları bu uçuruma itmeyin. Şu konuda o kadar doluyum ki hiç durmadan sayfalarca yazabilirim... Artık deplasman harici otobüsten de, uçaktan da, otogarlardan da, havaalanlarından da... Alayından tiksindim. Bunlardan birine gideceksem, gitmeden 2 gün önce o tiksintiyi yaşamaya başlıyorum. Onları geç; şehir girişlerinde şehrin rakım ve nüfusunu gösteren tabelaları görmekten bıktım be. O tabelalardaki 1 rakam bile değişse algılayabilen şu beynimi nasıl sıfırlarım ulan ben? Var mı bunun bir çaresi? Verdiğim kiralarla, ödediğim yol bileti paralarıyla Rachel Weizs ile evlenirdim olum ben. İş görüşmesine gitsen, adam özgeçmişine bakıp diyor ki, sen nerede yaşıyorsun? Haklı, anlayamıyor. Evet; CV değil özgeçmiş, zoruna mı gitti? Bırakın lan şu dandik ecnebi kısaltmaları. Sorsan 100 kişiden 99'u CV'nin açılımını bilmez ama CV yerine kişisel özgeçmiş lafını duyunca suratını ekşitmekten geri kalmaz pezevenkler. Sktirin lan gösteriş yavşakları sizi. Neyse, ne diyorduk... Bayram dönemlerine 4 ay öncesinden bilet bakmak istemiyorum artık kardeşim ben. Bir tatilde de evimin penceresinden, elimde kahvemle izleyeyim istiyorum o yollara düşenlerin telaşını... Hepsini geç, geçilmez ama geç, en fenası ne biliyor musunuz? Yukarıda dediğim, kendi şehrinde yersiz yurtsuz kalıp piç gibi hissetme hadisesi... Bunun sana hissettirdiğini ölüm hariç başka hiç bir şeyle kıyaslayamazsın. Velhasıl 15 senedir bitmedi, yollardayız, bir 15 sene daha yaşarsak biter mi bilemiyorum... Zaten Kadıköy'de ev fiyatları Marmaray yüzünden %30 artmış. Artmasa alıyordum **********
İnsan
değişiyor. Hadi lan, harbi mi demeyin hemen, durun az; hem gözlerinizi
hem de beyninizi skertmek istiyorsanız dinleyin.
Uzun yolda,
otobüste hayatta uyuyamazdım ben. Normal otobüsü diyorum, deplasmana gidileni
değil... O 12 saatlik yolculuklarda 5 dakika gözümü kırpmışsam şanslı sayardım
kendimi. Şimdilerdeyse, buna geçen hafta da dahil, son 3 senedir uçağa bilet
bulamamaktan ya da yanımda fazla bagaj olmasından kaynaklı yaptığım 6-7 otobüs
yolculuğunun hepsinde fosur fosur uyudum. Molada dahi kalkmadım yerimden.
Artık,
acaba gece o hiç tanımadığım 40 insandan hangisinin horlama sesini duyacağım
düşüncesiyle otobüse binen kimseden; horlarsam da sefam olsun - bunca sene ben
onları dinledim biraz da onlar beni dinlesin (diyemesem de) düşüncesinden
hareketle takılan kimse kıvamına geldim. Vurulsun davullar, çalınsın zurnalar
ey ahali! Hayatta bir konuda, ulan tek bir konuda gamsız olayım bari dedim, onu
da otobüste gönül rahatlığı ile uyumak suretiyle yarım şekil başardım. Ne
derece önemli bir gamsızlık, hatta bir gamsızlık mı, bilemiyorum.
Kendimce
yol gruplarım vardı benim; o yıllardır bitmeyen, muavinlerin sabah 05.00'te -2
derecede Afyon otogarında otobüsü bulamayan yolcuları kovaladığı, o saatler
süren yolculuklar boyunca hep dinlediğim.
Yolda Agent
Steel severdim en çok; henüz uçağa binecek kadar serpilmediğimiz yıllarda,
özellikle böyle açık ama soğuk, ayın da tüm ihtişamı ve güzelliği ile görüldüğü
yolculuk gecelerinin sabaha karşı saatlerinde müthiş bir haz verirdi bana
onları dinlemek. Ay ışığı ve ışığın gizemlice inceden aydınlattığı yol
kenarındaki ormanlık alanlar gözümün önündeyken, bu abilerin bilim kurgu ve
uzay dolu şarkıları içine çekerdi beni. MP3 mü? Ne MP3'ü kardeşim? Çıkmamıştı
daha onlar. Yola çıkmadan önce arşivden özenle seçilen 30 kaset veya CD için
ayrı bir çanta yapılır ve o çanta şakır-şukur sesleriyle otobüsün içine
yanımıza alınırdı.
Bazen
ağzına bir arpa tanesi atıp verandanın ufak gölgeliğinde gitarını tıngırdatan
ve bağ bahçeyle uğraşan kişi triplerine girerdim ki; bu Lynyrd Skynyrd zamanı
demekti. Yanık sesli bir vokal, hemen arkalarında uyumsuzluğun uyumunu bulmuş o
enstürmanlar... Bir ergene her şeyin sert gitar ve distorsiyon olmadığını
öğretmesi açısından ne güzel gruptur Skynyrd. Biraz daha yakından bakınca insan
anlar aslında ABD'nin "Anadolu Rock" yapan grubu olduğunu. Dağdan,
ırmaktan, sıladan, nehirden bahseder abiler. Ama müzikleri güzel kardeşim; bizimkiler
gibi 1 pedal 2 lead notası değil ki. Alır götürür uzaklara.
Sonra bir
de Queensryche var tabii... Albümleri kronolojik sırayla dinleyince sesini
kaybeden Geoff Tate'e üzülürdü insan o zamanlar; ama o kadar karakteristik
özellikleri olmamasına rağmen kendilerine has bir etkileyicilikleri vardı her
zaman. Bu otobüsler içinde geçen yıllarda bir tane bile yolculuğum yoktur ki
The Warning'i baştan sona dinlememiş olayım. Hepsinde dinledim, hepsinde.
Koltukların arkasında o film seyredilmesini sağlayan katakulliler gelmeden
evvel, biz yolda Queensryche dinleyenler olarak film izler gibi dinliyorduk,
film yerine geçecek o hikayesel albümleri. En öndeki tüplü ekran sayılmaz lan,
onda görüntü hep gidip geliyordu.
Fosur fosur
uyudum o gece otobüste, evet. Ama saat tam 04.00'te, İnönü Stadı'nı bilenler
için anlatır misali şehirlerarası karayollarını bilenler için konuşuyorum,
Afyon'da McDonalds'ın hemen bitişiğindeki kırmızı ışıkta durduk. Saati tam
olarak verebiliyorum, zira otobüslerin o kırmızı puntolu saatleri mütemadiyen
bozuktur, adeta bozuk ve ayarsız olsunlar diye üretilmişlerdir; ama dün
hayatımda ilk defa dakikası dakikasına doğru bir otobüs saatine denk geldim. Bu
da not edilsin, başlı başına bir milattır. Varsa itirazı olan, söylesin.
Evet tam 04.00'te
durduk. Daha doğrusu durur durmaz aniden gözlerimi açtım ve saatle göze göze
gelince saatin tam 04.00 olduğunu gördüm. Uykulu gözlerimi, onları taciz eden
ışıkların kaynağına, yani sağ taraftaki McDonalds'a doğru çevirdiğimde ise,
yanımda kimsenin oturmuyor oluşuna şükrettiren cinsten bir hoplama geldi. Ya
kusura bakmayın da küfür edeceğim; o ************ McDonalds maskotu yok mu ne
onun adı, ulan sabah 04.00'te dükkan açık mı bilmiyorum da onu niye spotun tam
altına koyarsın. Hadi spotun tam altına koydun, niye suratını çevirip cama
yapıştırırsın. Bunu yapanı ayın elemanı seçecekleri o gün gelecek ya... İşte
ben o gün kafayı yerim.
Bak o kadar
yolda dinlemeyi sevdiğimiz grupları; geceden, aydan ve ormandan bünyeye zerk
olan hissiyatları; yoldaki uyku düzenimde son senelerde yaşadığım olumlu
gelişmeyi; yani hepsini ne güzel paylaştım. Çok cici bir moddayız. Peki o
maskotun orada ne işi var abicim o şekil? Aklımı aldı yemin ediyorum. Yüzü
boyalı Joe Davola'dan, are you still scared of clowns? sorusunu işiten
Kramer'dan beter olduk şehirlerarası yolda.
Velhasıl
ben en yakınlarıma bazı laflar söyledim, bazı gerekçeler anlattım ve bu
yolculuğa çıktım. Aradan 1 gün geçti ki, bu dediklerimin hepsini yuttum. Bu
saatten sonra gerçekten kendime olan saygım azaldı. Çocukken yapmadığım
hareketleri yaptığımı görüyorum ne yazık ki.
Kurt Cobain'in intihar triplerinde
filan değilim ama... Şu "psikolojik problemler" dalgalarını düşündüm geçen gün. İlaç
isimleri filan. Hayatımda grip olunca ilaç içmeyen ben, artık çözümü bunda arar
oldum. Yaklaşık 1 hafta önce belki de bir geleceği çöpe atarak ne idüğü belirsiz
bir yola sırf bazı özlemleri bastırabilmek adına geri döndüm. Ben bu kafayla
falcıya da giderim. Allah herkes hakkında, hepimiz hakkında hayırlısını nasip
etsin. Amin.
Benim kafam
hesap kitap işlerine pek basmaz. Okulda da iyi değildi zaten matematiğim; sınav
sonuçları açıklanırken, 99 aldım lanet olsun hesabı dalga geçtiğimiz o
dersleri ya kopyayla ya da öğretmenlerimin beni sevip kıyak yapması neticesinde
geçebildim. O 99 triplerimizin kendimize saygısızlıktan öte en başta
orada bize bir şeyler öğretmeye çabalayan öğretmene saygısızlık olduğunu çok
sonradan idrak ettik elbet. Ne bilelim, çocuktuk ve eğleniyorduk. Belki de
kendimizle dalga geçebilişimizin ilk göstergeleriydi onlar, bunun kararını
psikologlar versin biz mi uğraşalım anasını satayım?
Yani şunu
demek istiyorum ki; kazıklamaya niyetlenirseniz doğru adreslerden biriyim ben.
Ama haddimi bilirim, ekstreleriyle uğraşamayacağım kredi kartlarım veya
çektiğim krediler sayesinde banka personelleriyle kurmuş olduğum samimi
ilişkilerim filan yoktur.
Ulan örneği
verecekken bile hesabın içinden çıkıp da doğru rakamları yazamadım şuraya,
durumu siz anlayın artık; hani siz bir şeyin parasını öderken, 1 liranız var
mı, ben size şu kadar vereyim der ya çalışan kişi; hah işte o cümleyi
kasanın diğer tarafından ben hiç kuramadım lan. Yanında hatun, kitap mitap
artık her ne almışsan onun parasını ödeyecekken, başvuramadım ben hiç bu pratik
ve havalı kısayola.
Denedim bir
kere, yalnızdım hem de, çalışana sempatimiz var kolaylık olsun dedim hani; ama
bu sefer doğru yapma isteğinin verdiği o heyecanla, 1 lira ya da 50 kuruş
verebilirim dediğimde durum tam tersiydi be dostlar. Neden 1 lira
vereceksiniz ki? diye sordu kasadaki kişi, ha doğru ya dedim, bir
saniyeliğine kafam karışmış gibi.
Aynı
zamanda hiç oyun da bilmem ben. Kart oyunları, tavla, okey; artık aklınıza ne
gelirse hiç birini bilmem. Damayı biliyordum; geçen ay kuzenimle oynayayım diye
başına oturdum, taşları nasıl dizip hangi yönlere hareket ettirebileceğimizi
unuttuğumu fark ettim. Allahtan kuzenim 9 yaşındaydı da karizmamın çizildiğini
fark edemeden kendi uydurduğum bazı komutları oyunun gerçek kurallarıymış gibi
yedirdim puşta. Pişti biliyorum sanırdım; meğer onda da sayma kurallarını
yanlış biliyormuşum, her el herkesi tokatlayınca ortaya çıktı bir gün. Elimdeki
tüm kartları sayıyordum, meğer hepsinin ayrı bir puanı varmış, kimisinde hiç
puan almıyormuşsun. Çok iyi oynayıp hep kazanan durumundan, oyunu hiç bilmeme
sınıfına o inişimi bir düşünün. Ya öyle işte. Çok acıydı be.
Düşün
şimdi, yani bir daha düşün; bu ciddi ve parasına oynanan bir oyun olsa,
anlatabilir miydim vallahi bilmiyordum diye? İnanırlar mıydı? Kevgire
çevirirlerdi şerefsizim. Lock Stock and Two Smoking Barrels'ın Türk versiyonunu
çekerdik kendi çapımızda... Allah ders almanın da hayırlısını nasip etsin,
amin. Piştiyi son oynayışımdı bu anlattığım, sene 2003 - aynı zamanda iyi
oynadığım son FIFA serisinin de senesidir; ama bunun konuyla pek bir alakası
yok.
Bazen
düşünüyorum, dün de bu düşünmeyi sağlayan anlardan birini yaşadım, acaba hesap
kitap işlerinden pek çakmayışımla hiç bir oyunu bilmeyişimin arasında bir
bağlantı olabilir mi dedim?
Geçen gece
arkadaşın evinde oturuyoruz, o artık evli ve çocuklu, dünyalar güzeli 2 yaşında
bir kızı var. Elalemin çocuğu yemek yemez, bu yemeye doymuyor, sürekli yeme
peşinde ve bir müzik duysun anında döne döne dans etmeye başlıyor... Neyse
konuyu dağıtmayalım; saat 21.00 itibariyle çocuk uyuduğundan evde sesler en az
düzeye indiriliyor haliyle. Tam böyle sessizlik anında arkadaşın eşi dedi ki
kart mart oynayalım, yoksa uyuyacağım ben. Ne oynayalım hesabı oyun
isimlerini sayıyorlar ve ben tabii hiç birini bilmediğimden hepsine bilmiyorum
çekiyorum.
En sonunda
artık 1 tane bile bilmeyişime isyan eden yenge bombayı patlattı: E hacı sana
Zeynep'in boyama kitaplarından birini verelim o zaman, takıl onlarla dedi.
Ulan son
zamanlarda bana söylenen bir lafa böyle gülmemiştim. Çok güldüm ama sonradan bu
oyun/matematik bağlantısını düşünmeye başladım. Rakamlarla aram iyi
olmadığından mı ben bu oyunları bilmiyorum, yoksa hakikaten bana hitap etmediği
için mi dedim. Hastanın çocukluğuna inelim hesabı; hayatları boyunca sermaye
batıran aile mensuplarına sahip olmaktan kaynaklanan bir patron olmama/iş
becerememe sendromu mu var acaba bünyede? Öyle ya, herkes hep patron havasında
takılmış ama tüm paralar batmış. Beynim cesaret edemiyor, düşünmek bile
istemiyor haliyle.
Yok yok
ciddileşmeyeceğim fazla. Ama bu oyun bilmeyişimle makara yapan veya yapacak
olan herkese buradan sesleniyorum:
SİZ DE FM
BİLMİYORSUNUZ OĞLUM !!!
Sen tut
FM'ye bu ne lan de, yine mi bu yazıların oyunu - ne anlıyorsun
bundan de; sonra gel bana kart okey tavla bilmiyorum diye kelime yap...
Keserim lan sizi. Doğrarım imanıma.
Yani insanı sevmeyişimiz/sevemeyişimiz. Ve kendimizi buna zorlamanın anlamsızlığını kabullenmiş olmamız. Ben açıkçası kendimi yeterince sorguladığımı ve hatta sorgulayacağım derken de yıprattığımı düşünüyorum. Biraz da adına toplum denen ornitorenk sürüsü yapsın bunu, ne var? Ağır laf ettim, biraz açayım. Şu dünyada sevilmeyecek, kendine ve çevresine en zararlı yegane varlık insan. Bunun farkına varmış, daha doğrusu bunu kafasından atamayan ve biraz da duygusal olan kişi; her şeyin sanallaştığı, samimiyetten uzaklaştığı, etiket ve kendini afişe etme yarışına dönüştüğü bu yapıyı göz ardı edemiyor, göz ardı etmesi söz konusu olamıyor. Bu göz ardı edemeyiş de kişiyi yalnızlığa, yani bir nevi samimiyet arayışına itiyor. Bunun uzantısında, iş ararken bile boşvermişlik geliyor insana, çünkü iş dünyası samimiyetsizliğin belki de en fazla olduğu yer. Torpille girmenin sıkıntı verici düşüncesi bile bu hayatta seni geriye atıyor en basitinden. En azından bende olan budur. Yaradan itinayla yaratmış olacak ki, her furyaya bu kadar fütursuzca ve sorgusuzca kapılıp, aslında hiç olmadığı gibi görünmek için kıçını yırtan bir türüz biz. 15 senelik arkadaşım, 15 diyorum bak 15, daha dün boynumda atkı var diye, tamam maçlara gidiyosun anladık muhabbeti yapan adam; Real Madrid maçının olduğu gün 24 saat hediye paketi gibi kendi takımının formasıyla gezip, kaçan gollerde masadaki çatalları yere fırlatıyordu. Çok fanatikleşiyorum lan dedi, fırlattığı o çatalı götüne sokmamak için zor tuttum kendimi. Fenerli olsa daha da kızardım belki. Bak bu tipler, kaç yıllık arkadaşınız olursa olsun, güzel bir örnektir işte bu sanallaşmaya. Adam yarın başka bir rakı masasında hangi saatte nerede hatun bol olur geyiğinin içinde olacak; lakin maç vakti o formayla fotoğrafı çekip internete yüklemeli. Geberir yoksa pezevenk, çükü düşer. Teknoloji özelinde Facebook denen dalga vallahi de billahi de insanları takım tutar (!) yapmış, ben bunu gördüm. O gün bugündür de aramadım sormadım, tiksindim çıkmadım dışarı bunlarla. Facebook dalgasında 1000 + kişi ekli olmasıyla övünenler, daha dün MSN'lerinin kişi sayısını size söyleyenlerdi işte. Halbuki bu iş, bu arkadaşlık/dostluk/paylaşım artık adına her ne derseniz, tıpkı tribündeki insanların niteliğinin sayısından daha önemli olması gibi... Koordinasyonu sıfır, nerede ne gireceğini bilmeyen 5000 adamla yapacağın deplasmana tercih etmez misin birbiri için canını verecek ve nerede ne gireceğini bilip ciğerden bağıracak 500 kişiyle deplasman yapmayı? Şirket yemekleri, doğum günü partileri filan bu yapının komünleştiği anlara çok güzel birer örnektir... Fırsat bulduğunuzda girin bakın, arada karı kız görürseniz yazılın da, orasını artık ben bilemem ahah. 1 şişe tekilayı 10 dakikada mideye indirseniz o görüntü ve yapmacıklık anındaki kadar kusasınız gelmez. 4-5 senedir görüşmediğin bir insanın doğum günü partisine hasbelkader gitmiş bulunsan bir arkadaşın vasıtası ile, seni görünce, ay canım hoş geldin, ne iyi ettin de geldin diyor. Lan nasıl yani? Hediye filan getirmedim ha ona göre diyesi geliyor insanın. Bırak, sık elimi geç. Bakın, ah ulan 60'larda 70'lerde yaşasaymışız, her şey daha samimiymiş narası atmak değil niyetim. O dönemin insanı da, o dönemin geçmişine kıyasla rahatsızlık duyuyordu bazı şeylerden. Midnight in Paris döngüsüne girmeyelim şimdi burada… Ama sonuçta senin içinde varsa ayrıntıya inmek, taş devrinde bile yaparsın bunu, sıkıntı yok. Herkesin ağzında bir laf misal, kanka. Kızdığımı bildikleri için söylemiyorlar pek benim yanımda. Böyle nalet, böyle naylon bir hitap şekli yok. Ulan cep telefonlarından bayramlarda 750 kişiye gönderilen ambalajı fiyakalı fakat içi bomboş nameler bile ortadan kalktı da, şu kelime halen ilk günkü sıcaklığıyla kullanılıyor. Burnu büyüklük, kibir, çekememezlik, hijyenik takıntı, kasıntı veya ukalalık değil bizimkisi... Hijyenik takıntı ne lan zaten? O bir tuvalette olur dışarıda sıçamazsın, bir de sekste olur her önüne gelenle yatmazsın. İkisi de bende var zaten, oradan biliyorum. İyi bir huy da değil belki kişiyi yalnızlığa iten bu denklemlerin toplamı. Hasta eder seni diyorlar, takma bu kadar/düşünme böyle incesini. Elimde mi? Elimizde mi? Hapşırdıktan sonra eline balgam bulaşan adamın ellerini birbirine silişini görmüşüm bir defa; ne görüntünün kendisini, ne de ilerisi için potansiyelini çıkaramam artık aklımdan. Olum, psikolojik fiyat diye bir şey var lan bu hayatta. Yahu bu esasında insanoğlunun riyakarlığına dair o kadar güzel bir gösterge ki, kelimeler yetmez ne kadar uygun bir örnek olduğunu anlatmaya. Adam oraya 12.99 yazıyor. Sen para üzeri olarak 1 kuruşunu istesen ciğeri beş para etmez, iki kuruşun lafını eden şerefsiz oluveriyorsun bir anda. Eskilerde söz senetmiş, namusmuş. Şimdi komple o kadar şerefsiziz ki insan olarak, beyinlerimiz öyle bir sarmalanmış ki bu şerefsizliğe, bu yüzümüze vuruluyor ve biz de, hah iyi, 13 lira değilmiş diyerek malı kaptığımız gibi kasaya koşuyoruz. Bak riyakar olmamız değil burada olay; riyakarlığın yüzümüze vurulmasına, hayatın buna göre kalıplandırılmasına alışmışlığımız, bunun hoşumuza gitmeye başlaması buradaki esas dalga. Bunu kim nasıl açıklar, bu algıya göre düzenlenen hayatın kurucusu konumundaki insan denen varlık nasıl sevilir bana bir açıklayın? Müziği kulağa takıp yürüyüş yapmak bu dünyada yapılabilecek en güzel şeylerden biri. Gelinebilecek en saf noktalardan bence… Ha insan bazen tırsıyor, hele de bu tırsma duygusu bayramlarda biraz daha yüksek noktaya çıkar benim için, yarın öbür gün kimse kalmayacak sanırım etrafımızda diyorum. Kalabalık bayram tebrikleri ve gezmeleri, yerini dolapta –o da içine koyabileceğimiz bir evimiz olursa- kaymak tutmuş yarım tencere bir çorbaya ve efsane maraton anılarına filan mı bırakacak acaba diye düşünüyorum. Ama elden ne gelir? Böyle olacaksa bile kendini değiştirip, bunca puştlukta ihtisas sahibi kitleye sırf yanım kalabalık olsun diye katlanabilir mi insan? Komple yalnızlık da iyi değil elbet, bunu hiçbir zaman övmem. Olsun 2-3 kişi güvenebileceğimiz, yeri gelip tribün kovalayıp, yeri gelip elde bira müzik dinleyebileceğimiz. Fakat en nihayetinde; yolda tesadüfen karşılaştığımız bir tanıdığımızla ayak üstü iki çift laf ettikten sonra, bir daha yine böyle tesadüfen denk gelmedikçe görüşmeyeceğimizi bildiğimiz için, ayrılırken, mutlaka görüşelim demeyi reddedenleriz biz. Varsa itirazı olan beri gelsin. İnsan yalnızlığa, sadece bu adına sosyalleşme denen katakullinin boku çıktığı için, doğru tarafa kaçmak isteğiyle veya doğrunun yalnızlığa kaçmak olduğu düşüncesiyle bir seçim olarak yönelmiyor. Her taraftan izlenip dinlenilen, 2 hatta 3 telefonla dolaşmak zorunda kalınan, durmadan kalabalıklaşmakta olan bir hayat sonucunda bu yalnızlaşma olayı istekten çıkıp tek başına bir ihtiyaç haline geliyor. Bak Schuldiner abi ta '94-'95 gibi yazmış da kaydetmiş 1,000 Eyes'ı, orada şöyle bir şey diyor; Privacy and intimacy As we know it Will be a memory Dikkat edin; babalarımızda filan eğer pazar günleri hava güzelse cümbür cemaat sahil kenarına gitme veya ağaçlık bir alan bulup mangal yakma alışkanlığı halen daha sürer. Bizim nesilde ise bırakın o sana ait tek gün olan pazar gününde sahile inmeyi veya mangal yakmayı; kovaladığımız takımların maçlarına denk gelmiyorsa odanın kapısından dışarı adım dahi atmaya istek kalmadı. Orada o anda tek başımıza olmaya ihtiyaç duyar hale geldik çünkü. Karı kız işlerine ise hiç girmeyeyim diyorum fakat en azından şunu söyleyeyim; benim ailem ve bir kaç yakın dostum dışında insanlara tahammülüm gittikçe azaldı ve halen daha da azalmakta. Bu karşımda süper seksi bir hatun olsa bile böyle. Dayanamıyorum ya, patlıyorum resmen. Patlıyorum derken öyle değil yani, köftehorlar sizi. Bırak bu karıları görünce dibim düşmez ayaklarını filan diye düşünecek olan çıkarsa da üzülürüm bak. İçimizi döküyoruz şurada, derdim hissetmediğim salak saçma şeyleri sırf nadir gibi gözüküyor diye yazmak değil. Hepsinden öte ben zaten iyi olanın bu olduğunu savunmuyorum (hatun mevzuunda), olanın adını koyuyorum. Ara sıra çıkmıyor değil bir şeyler fakat bu tahammülsüzlük er ya da geç devreye girip işi bitiriyor. Dün bunu yazıp, bisiklete atlayarak tek başıma denize gittim mesela ben ahah. Biraz kendinle dalga geçebilmek de insanı kendine getirir.
Ev cümbür cemaat doluyken, birden herkes gitti, yalnız kaldım. Yalnız kalınca nasıl bunaldım, bildiğin liseli triplerine bağladım. Cumartesi-pazar üst üste iki gün bomboş evden dışarıya hiç adımımı da atmadım, normalde şıp diye geçen hafta sonu yavaş çekimde geçti, en sonunda bunu da gördük. Nedendir bilinmez bir hüzün çöküyor üstüme... Aslında nedeninin bilinmeyişi doğru sayılmaz fakat bir an önce bu tuşlara basma isteği geldi oturdu göğsüme. Hüznün insanı harekete geçiren cinsi, yani şu anda ihtiyacım olan, sinirle biraz harmanlanmış çeşididir çoğu zaman. Oysa ihtiyacım olanı hissetmeye pek de yakın değilim gibi... Karmaşık cümleler kurmak değil niyetim, en basit haliyle, tuvalet kağıdının bittiğini fark ettiğin o an hissettiğin duygunun ihtiyacı. İşte size biraz sinire bürünmüş hüznün güzel bir karışımı... Müziğin verdiği arabesk hüzün hiç bir işime yaramayacak; ama saplanıp kaldığım düşünceler yalnızca bu cins hüzne açabiliyor kapısını, yalnızca bu cins hüzünle konuşabiliyorlar aynı dili. Adını koyamayışını kendine itiraf etmenin zorluğundan mıdır nedir, tüm bunların temelinde özlem yatıyor sanki. Bazen o kadar yoğunlaşıyor ki, üst üste biniyor tüm fikirler. Patlayacak gibi oluyor insan. İçini döktüğün satırlarda bile fazla karanlık olup olmadığını düşündüğün tek saniyede nefret ediyorsun kendinden, görünüşle ne zaman bu kadar ilgilenir oldun diyerekten... Yok hayır, buraya fazla takılmıyorum. Ama elimden geleni yapsam da şartları yerine oturtup her şeyi tek noktada bir araya getirme mücadelesinde başarılı olamıyorum. Çatlakların tümünü kapatmakta yetersiz kalıyorum. Tüm bunlar beni sonuçlarını dahi kestiremediğim büyük bir kararı verme noktasına getirebileceğinden olsa gerek, kendime bile şifreleyerek yazıyorum sanki satırları. Kim demiş içsel paradokslar artık çok yavan diye? Kırdım mı acaba benim için en önemli insanları, o zaman yapmak zorunda olduğumu hissettiğim seçimleri yaparken? Bunca yıl geçmiş ve geri dönmek bu kadar zorken, önemi ne derece olur cevapların? Bir tane ufak top buldum dolabın içinde; akşam işten eve dönerken, yolu üzerinde mahallede top oynayan ufaklıkları görüp de, at bakim abine iki hareket göstersin diyen abiler gibi o topla oynadım anasını satayım. Buna rağmen kendime hakim olup alkol ve tütünün kollarına teslim etmedim kendimi, bu da kıssadan hisse olsun... Gel gelelim nefret ediyorum yeni kararlar almaktan, yeni başlangıçlar yapmaktan. Allahın işine bak ki hayatımız bunlarla çevrili şekilde geçiyor... Oysa FM'de yeni kariyer açmaya bile istekli olmayan kişiyim ben.
Bu kış 1 kez kar yağdı İstanbul'a. 1 kez yağdı fakat neredeyse hemen diz altı seviyesine kadar gelmiş ve 1 hafta kadar da sokaklarda kalmıştı. Yağışın en yoğunlaştığı gün, tıpkı diğer günler gibi, sabah işe gitmek ve akşam eve dönmek için yol mücadelesindeydim. Bu mücadele, aşağıda yazdığım satırları getirmişti aklıma... Pişmanlık, hüzün, anılar, hatta eski mahallenin kar altındaki görüntüsü; karmakarışık bir haldi o. Eski mahalledeyken, okulların kar nedeniyle tatil olduğu bir gün, sıcacık yatağıma dönme şansımın istediğim her saniye elimde olmasının verdiği şımarıklık ile sabah vakti pencereden bakarken, bıkkın adımlarla buzda yürümeye çalışarak gitmeye mecbur olduğu işine giden ve içimden, hehe, ben değilim ki o halde olan diye çocuk kafayla geçirdiğim abim... Kim olduğunu bilmiyorum; fakat iki sabahtır seni anıyorum... Seneler sonra özür dilerim.
* Şimdi tabii bu fitnıs filan iyi güzel de, geçenlerde spor çıkışı bir piiz store önünden geçerken içeride masalara kurulmuş biraz demlenen biraz da iki lafın belini kıran insanları gördüğümde fark ettim ki, ben şöyle bir cuma akşamı işten sonra çıkıp iki tek atmayı özlemişim yahu... Geçerken yavru kedi gibi baktım içeridekilere, gören olsa acır ve masasına davet ederdi. Bize de yazık değil mi? Yanlışsam düzeltin lütfen sevgili Norm, sevgili Peter ve sevgili Homer... * Peki ya İETT'nin bu yeni sarı otobüslerine ne demeli? Hiç biriniz de bahsetmemişsiniz köftehorlar; hepiniz mi patronsunuz len, hepiniz mi işe arabayla gidiyorsunuz? Mavi kare içine pembeye çalan kırmızıyla hat numarası, ilk durak ismi yeşil/son durak ismi beyaz otobüs tabelası mı olur? Görsen Wild Gunman ekranı sanırsın, ufak çocuk görse şeker zanneder; istiyorum diye anasının babasının kafasını ütüler. Uzaktan fark edilmesini sağlasa da, iç içe geçmiş renkler yüzünden dibine gelene kadar ne yazdığını anlamıyorsun. Üst üste binilecek kadar yoğun olan hatlara, eskisinden daha ufak araçları tahsis etmek de anca bu topraklara nasip olurdu zaten... Bu renk kombinasyonlarını gördükten sonra, daha da Picasso tabloları için, bacağı ağzına girmiş bu ne böyle filan demeyeceğim. Çünkü İETT bize o renklerde sevgiyi anlatmış, yersen. * Seksi kadın dedin mi, bunun değişmez cevaplarından biri -her ne kadar program eskisi kadar iyi olmasa da- Scare Tactics'in sunucusu olmalı. Bence insanoğlu bunda mutabık kalmalı... Scare you later deyip de gidişi yenir, net.
Otobüse bindiğinde akbili bitmiş olanlar gizli bir tarikat kurdu ve işi gücü bırakıp benimle mi uğraşıyorlar, emin olamıyorum.
Son zamanlarda o kadar fazlalaştı ki... Milletin kafasını öne eğip ilgilenmemesi bir yana, bir önümdeki ya da arkamdaki kişi olduğu için genelde, kartı reddedilenin ilk göz teması kurduğu kişi ben oluyorum. İlk başlarda (çok şekiliz ya) verdikleri parayı kabul etmiyordum. Fakat artık iş çığrından çıktı ve ne verirlerse alıyorum, yeter lan.
Geçenlerde yine böyle bir mevzu oldu, birisi bana para verdi ve ben de ona kartımı verdim bassın diye. Şirket nedeniyle aylık ve 100'lük olarak dolduruyorum, bu mevzu da kartın yeni doldurulduğu günlerden birinde geçiyor. Kız akbili bastıktan sonra, kalan bakiye 80.25 TL yazısını görünce soğuk rüzgarlar esti otobüsün içinde... Hani, ulan kartında 80 küsür lira var, halen daha benim verdiğim parayı alıyorsun tarzında bir hava.
Açıklayayım desen açıklayamazsın, kalabalıktan havada gidiyoruz kimsenin nefes alacak dermanı yok... E ben sadece bakışlarımla, bacım şirket bu s**timinin kart parasını ayda bir veriyor, sayılı veriyor, ben de kartı ayda bir doldurmak suretiyle şehir içi dolaşımımı sağlıyorum diyemem ki... Yok öyle bir mimik.
Peki ya bu kardeşinizin hiç mi o duruma düştüğü olmadı? Oldu elbet, ilk ve son kez. Bir allahın kulu bile yardım için uzatmadı akbilini, dün olmuş gibi hatırlarım o anı. Otobüste oluştuğunu düşündüğüm servis ortamı yalanmış lafının çıkışı da, bu olaya tekabül eder işte.
* Gece vakti yatmamak için direndiğim dakikalar... Hani her gün ortası esnerken, bu gece erken yatıyorum dediğin ve gecesinde o lafı yuttuğun anlar var ya, hah onlar işte. Aldım kumandayı, uzandım yatağa, televizyona bakacağım biraz. Kanalları gezerken şu soyları kuruyasıca lise dizilerinden birisi denk geldi, Pis Yedili. Zaten biz neyle dalga geçsek tutuyor, tavan yapıyor anasını satayım... Lan arkadaş o lise yıllarındaki kızları canlandıran oyuncuların makyajları nedir öyle? Surat Fringe'in Observer'ları kadar pudralı, dudaklar desen 2 dakika önce 1 kova çileği yalamayı bitirmiş kadar kırmızı... Bu mu yani hakikaten? Gerçi okullarda cep telefonunun serbest bırakıldığını bile yeni öğrendim sayılır, kim bilir belki daha neler değişti neler... * Her taraf gurme programları doldu. Şöyle eğlenceli, baskınlı bir şeyler olsa da izlesem diyorum. Vedat Milor'u gördüm mü kaçırmam gerçi, onu ayırıyorum. Ama şahsen, sembol durumdaki dıt dıt dıt dırıııı şeklindeki fon müziğiyle karanlık ve dolambaçlı merdivenlerden hep bir telaş halinde kameramanıyla birlikte çıkıp baskın yapan Uğur Dündar'ın Arena'sı tarzı bir şey olsun isterdim televizyonda... O sağlıksız koşulları, karşısında gördüğü kameraya kendi literatüründe izah etmeye çalışan abiler nerede hani? Onların bile kendine göre bir samimiyeti vardı sanki... Şimdi açıyorsun, herkes parande atıp ağzından alev püskürtüyor. Yıllar önce demişti Şener Şen; paşa dediğin yiğittir, atılgandır, gözlerinden ateş saçar diye. Yalansa yalan deyin?
* Kıyafetlere karşı cilt huyluluğu, ta çocukluğumdan beri benimle olan bir olay. Halen hatırlarım, sabahın köründe önlüğümün altına boğazlı penye giydirmeye çalışan anamı bile pes ettirdiğimi... O boğazlıyı giyeyim, ister kalın kazak olsun ister ince penye hiç fark etmez, hemen kızarmaya ve kaşınmaya başlarım; çekiştirip helak ederim o kumaşı. İyi bir şey değil. Milleti görüyorsun televizyonda ya da dışarıda, ne güzel renk uyumları ve ürünsel kafiyeler yakalayıp giyinmişler, geziyorlar. Ama yok, ben yapamıyorum. Giyimde rahatlık, benim için her şeyin önünde, bu hep böyle oldu. İş yerinde bile business dress code denilen saçmalığın (evet, elbette ki ve mutlaka İngilizce bir terimle belirtmeliler bunu, ne sandınız?) pazarlığını yaptım, bunu uygulamaya koyduklarında, gömlek ve kazak giyemeyeceğimi söyledim. Riskti ama kabul ettirdim. Merak içindeyim var mı bu konuda benim kadar huylusu... Boğazımıza değen yegane şey armamızın atkısı.
* Balık severim, ailecek severiz, hem de çok. Balık deyip geçme, o kadar geniş bir şey ki inanılmaz fark ediyor. Balık seviyorum evet ama mesela hayatta alıp da karagöz yemem. Millet karagöz yiyor yahu! Bir süre önce Antalya'daydım, hani darılmaca-gücenmece olmasın; Antalya'da, biz Karadeniz damak tadına sahip insanlara göre, balıktan pek anlayan bulunmuyor. Çinekop, hamsi, mezgit, barbun (ki irisi olan tekirden daha lezzetli gelir bana), dil balığı varken karagöz yenmez be iki gözüm; yapmayın etmeyin, beni üzmeyin. Orada bir alışveriş marketinde balık alırken, yandan bir aile geldi: 15 yaşlarında çocuk, anne ve baba. Uzunca bir balığı fileto çıkarıp boylamasına sermişler tezgaha, abla geldi oradaki görevliye sordu, fırında hangisi olur? diye. Görevli o balığı gösterdi ve sorgusuz-sualsiz o balığı alıp gittiler. Balık böyle mi alınır yahu dedim, elbette içimden; fakat az kalsın müdahale edecektim kendimi tutamayıp. Herkesin damak tadı elbet, yapacak bir şey yok...
Let me tell you a story to chill the bones About a thing that I saw
Demiş vakt-i zamanında Bruce abi. O hesap bir meyhane ortamı, Pera'da. Nezaketen uğruyorum, tamam. Kenarda köşede bir yere geçiyorum, son dönemlerde belirlediğim bir nevi prensip ve içsel inat/merak dengelemesine istinaden, haftada 1 içeceğiz demişiz... Bakalım, diyorum kendime; etrafta, rakı içiyoruz değil mi? diye sorup tahrik edenlere karşı sözünde durabilecek misin... Evet o merakla beklenen sipariş anı geliyor ve kendime içten bir helal çekerek veriyorum siparişimi: Bir bardak portakal suyu lütfen.
İyi-kötü bir çevren var, haydi dediğinde muhabbet etmeye ve dışarı çıkmaya hazır insanlar... Ama sanırım herkesin sahip olabildiği bir lüks değil bu, etrafa bakınca onu görüyorum. Veya ben mi bir kompleks/kasıntı timsaliyim de, insanlar olmaları gerektiği kadar rahat ve eğlenceli?.. En basitinden, insanların ihtiyacı varmış, demek ki iyi olmuş bu ortam diyorum gecenin başında. Nasıl oynamalar, nasıl eğlenmeler, nasıl gülücükler... Daha bu sabah, 6 ay önceki işin faturasını çıkarmayı unuttuğunu fark eden hatundan eser yok! Hiç birine aktif olarak katılmasam da izliyorum herkesi, hoşuma gidiyor. Taa ki o an gelene kadar: Gösteriş ve yapmacıklık modu. Coupling'in efsane bölümlerinden The Melty Man Cometh hesabı gelmiş, sinmiş ortama... Daha tanışalı 2 gün olmasına rağmen, 40 yıllık arkadaşmışcasına samimi pozlar veriliyor objektiflere, sarılmalar-kadeh kaldırmalar fora. Evet rakı içiyorlar, evet bunu kendilerine doğrultulan objektiflere yansıtıp, facebook üzerinden herkesin gözüne sokmalılar. Mutluluk paylaşıldıkça artar. Peki sen neden paylaşmak istediklerinin yanında değilsin? Demek ki sende biraz maymun iştahı var. Veyahut yetmiyor mu yanındakiler bacım? Yeme len şimdi bizi paylaşım maylaşım diye; seninki bildiğin bir hezeyan, ihtiras... Zaten Linkedin'de de öyle janjanlı bir taytıl cümlen var ki isminin hemen altında, sormayın gitsin a dostlar... Sonra grupla alakası olmayan o beyaz gömlekli uzun boylu adam ve yanındaki kısa boylu siyah ve dar elbiseli kadın geliyor. Elinde rakı kadehi taşırken apartman topukları kopup da düşesice. O yürüyor, ben geriliyorum düşecek diye. 40 kişiyle şerefe yapıyor, ben hariç. Kafamla selamlıyorum hafif, yine nezaketen... Sen kimsin be adam? Necisin? İş çıkışı kravatın ve gömleğin de üzerinde, haftanın stresini atmaya gelmiş imajın oturmuş halde. Evet istediğin imajı yansıtıyorsun, alkışlar senin için... de niye bizim buradasın? Gidiyor sonra, ardına bile bakmadan. Bakmasın da zaten. Kondüsyonu az olanların ağızları kaymaya başlıyor. Gözlemci gibi, hakem gibi duruyorsun orada, niyet o değil ama o kıvama gelivermişsin. Abi televizyonda gördük, mal gibiydin. Yarının geleceğini biliyorum, pişman olacağınız şeyler yapmayın bari, diyorum. Nitekim dansöz geliyor; fotoğraflarla yetinmeyip para takmaya, striptizvari hareketler yapmaya başlıyor iş dünyası insanlarımız... Sonuçlar ortada: Dansözlerden biri, abi çıkıyor. Bu benim bile aklıma gelmemişti... Larry David senaryosu gibi! Yana yakıla o fotoğrafları çekeni aramaca başlıyor. Ofiste ertesi sabahın ilk cümlesi ne olsa beğenirsiniz? Sakın ha benden habersiz hiç birini hiç bir yere koyma. Sen olsan gülmez misin şimdi hakim bey söyle, kuru fasulyenin suyuna ekmeği banmaz mısın? İçine kapanık dediler bana - E güvenemedim ki insanlara Yahu sen de pek az konuşuyorsun be kanka! - Kankan batsın,ilgileniyormuş gibi mi yapaydım sana? Somurtup durdun orada - Rakımın yanına ayranımı bekliyorum be anam, dur şimdi gelicem oraya Hep siz yaptınız bu lakırdıları bana, ben de biraz sizin anatomik fotoğrafınızı çekeyim dedim oturduğum ve seyrettiğim yerden... Kusura bakmayın da, dışarıdan fena gözüküyorsunuz fenaaa.
Geçen akşam yağmurlu o günde yürürken, sokakların hali nedeniyle Perfume: The Story of a Murderer filmi geldi aklıma. Filmde, Paris'te zamanın pazar yerini gösteriyorlar, gerçi çoğu eski zaman filminde bu böyledir, sokaklar çamur ve pislik içinde... Ayrıntılı bilgi için bknz: Cem Yılmaz - Vals dediğin Versailles sarayında boklara basmamak için icad edilmiş bir danstır en nihayetinde. İşte Taksim'de bu çalışmalar başladığından beri aynen öyleyiz, içler acısı bir hali var Taksim'in. Sokaklar eğer biraz şanslıysak çamur ve balçık dolu, daha şanssız olduğumuz günlerde ise yağmurun yerini rüzgar ve güneşe bırakması ile birlikte çöldeki kum fırtınalarını andıran bir duman ve toz yoğunluğu nefes almamızı neredeyse imkansız hale getiriyor. Toza, çamura, balçığa bata çıka yürümekten bir giydiğimizi bir daha giyemez olduk. Otobüslerin yerlerinin değişmesi ise bu açık hava şantiyesi durumunu tamamlayan faktör oldu. Tüm bu tantana bittiğinde gelenler işin kaymağını yiyecek yemesine; fakat çalışmaların başından sonuna dek mevzide bulunan bizlerin bu kahramanca mücadelesi çok az kişi tarafından hatırlanacak. Evet, artık kaykaylarımızı aylardır yattıkları tozlu bodrumlardan çıkarıp, araçlarla 5 santimetre mesafeyle yan yana yürüdüğümüz bu yollarda otobüslerin arkasına tutunarak seyahat etme zamanımız geldi de geçiyor bile. Doktor sensin doktor.
Takımları kolay bir pozisyonu kaçırınca İngilizlerin yaptığı ortak bir hareket vardır hani, çoğu kez fotoğraflanmıştır da bu an, fonda bütün tribün kafalarını ellerinin arasına alırlar aynı anda...
Bizim peder bey biraz sakardır, yakın aile içinde hafiften komedi vesilesi de olur. Ne bileyim işte çay dökmeler, ağızdan ekmek düşürmeler filan. Çok da sık yapmaz gerçi... Geçenlerde fark ettim ki bende de başlamış, tesadüf olamayacak sayılara çıktı vukuatlarım. Bizzat yaşayınca komik olmuyormuş lan cidden.
Fıstığı dök, yoğurdu damlat, sürahinin kapağını düşür filan derken pazar sabahı hafif mahmur şekilde altın vuruş geldi; hoparlörün kablosunu fark etmeyip basarak bilgisayarı yere düşürdüm. Öyle böyle de düşürmedim, takla/burgu/parande her şey var; tıpkı İngilizler gibi başımı ellerimin arasına alıp kalakaldım, yandık dedim, çalışmaz bu bir daha... Monitör ile bilgisayarın kendi hoparlörünün birleştiği yer çatlamış, ucuz kurtardık desem yeridir. Uçurumdan atsam ancak bu kadar sert düşebilirdi çünkü: Önce tabureye çarptı, sonra ters dönüp yere kapaklandı, gerçekten acı bir sahneydi.
Meğer kafamızda o kadar fazla değer yüklemişiz ki bu makinelere, o kadar fazla kişisel şeylerle doldurmuşuz ki içlerini, bir an için ne yapacağımı şaşırdım... İyi değil bu.
* Sene sonu yaklaşınca koca koca şirketlerin birbirlerinden türlü yapmacık şirinliklerle bedelsiz hediyeler istemeye başlaması enteresandır... Antilopların göçü gibi de kaçınılmazdır hani öte yandan. Geçenlerde öyle bir mail almıştım ki, duramadık güldük. Noel Baba'mıyız lan biz? * Şimdi hani böyle beynine gerekli ayarı verip, acıya dayanıklı hale gelen insanlar var ya... Şiş-miş sokuyorlar kendilerine, bana mısın demiyor. Hah o hesap insan kendi kendini stres moduna da sokabiliyor; ve bu, acı olayının tersine hemen hemen herkeste bulunabilen bir şey sanırım. Bende biraz daha mı fazla, emin olamıyorum. * Cumartesilerden birinde işten çıktım, alışveriş merkezinin tekinde ufak bir işim var, oraya gideceğim. Metroya bindim, nerede ineceğimi biliyorum yani... Girdim metroya ve ilk durak avantajı ile oturdum, oturduğum yerde 10 dakika boyunca kafamda Levent mi, 4. Levent mi? sorusu dolandı durdu. Dolandı ve resmen kitledim kendimi, o anlarda dışarıdan nasıl görünüyordum acaba... Sonuç ne oldu? Cevabını bildiğin soruyu yanlış işaretlemek gibi, tuttum 4. Levent'te indim; ardından, kafana sıçayım kafana nidaları eşliğinde geriye Levent'e doğru 15 dakika yürüdüm. Dondum bir de, fena soğuktu. * El yakan bir mağazadan, huylu cildimi kaşındırmıyor oluşunun güzelliğine kanaraktan, pahalı olması nedeniyle 2-3 ayda bir almak suretiyle de dengeleyerekten 1-2 parça bir şey alıyorum, termal fanila başta olmak üzere... İş dediğim buydu yani. Gittim aldım, kasaya yöneldim, köşede koyu renkli bir sivitşört dikkatimi çekti, onu da alayım dedim. Sivitşört hani, giyiyorsun montun altına ve çıkıyorsun. Eve geldim ki, faturada ... pijama yazıyor. Evet, durak mevzuusundan sonra bir de dışarıda giyilecek kıyafet sanarak tutup pijama üstü almışız. Rahat ama köftehor.
Yemekten geldim, tedarikçi bir firmamızın yetkilisi bir kadın ziyarete gelmiş, bizim arkadaşlarla konuşuyorlar. Ben, sonradan katılan kişi olarak hoş geldiniz dedim ve elini sıktım, sonra masama geçip oturdum. Oturduktan sonra da yemekten gelmeme istinaden çekmecemden ıslak mendil çıkartıp ellerimi sildim böyle güzelce... O anda kadınla göz göze geldik, sanki onunla el sıkışmaktan iğrendiğim için ellerimi hiç vakit kaybetmeden çabucak silmişim gibi bir durum oldu, o şekil baktı bana. O nasıl bir bakış tanımlaması dendiğini duyar gibi olsam da, o andaki elektrik bu yönde cereyan etti. Vaymınako. Evet, Curb Your Enthusiasm yazar kadrosuna adayım.
* Bu sinek-böcek görünce kaşınmaya başlama huyu ne olacak bilemedim. Salı akşamı eve dönüşte otobüse şu uzun bacaklı büyük sivrisineklerden girdi, bir tek ben gördüm, kimse farkında değil. Saniyesinde kaşıntı geldi, akabinde de terleme ve -muhtemelen- kızarıklık. Tiksinti midir, tik midir anlamıyorum. Bunun familyasına sövdükten sonra evde duşa kabinin içinde geldi tatarcığın teki dizimin arkasından yedi. Kaşıntıyla bir kese rahmet daha aldılar benden... * Askerlikten konu açıldı da anımsadım; koğuşta daha ilk gün hepimiz sudan çıkmış balık gibiyken, zıpçıktı karakterlinin teki hiç çekinmeden zart-zurt osurmuştu da, o seri osuruklar tüm koğuşun çabucak kaynaşmasını sağlamıştı. Aynı anda hepimiz bir süreliğine uzaklaşmıştık o malum moddan. Osuruk deyip geçmeyin yani, kimi zaman kıymetli. * Mide bulandırıcı şeylerden gidiyoruz ama şunu da eklemeden edemedim, yılın başlarında nezleydim biraz; o haldeyken sabah toplantısının hemen öncesinde burundan çıkmayan sümük, Umut Sarıkaya'nın montla sıçma mutsuzluğuna rakip olabilir.
Ofisten içeri girdim, üç hatun gayet sessiz ve huzurlu bir şekilde çalışıyorlar. Sıcaktan beynime güneş geçmiş, klimalı yere girince bir yavşama oldu bünyede inceden. Henüz bu tatlı yavşamışlığı üzerimden tam anlamıyla savamamıştım ki, buyrun içeri alalım sizi dediler toplantı odasını göstererek... Lakin o gösterilen yeri göremedim ve dosdoğru boş su damacanalarını yığdıkları ufak bölmeye doğru hareketlendim. Ama ne hareketlenmek; tam bir andaval gibi yürüyorum. Mavi damacanaları gördüğümde yolun yarısındaydım ve durumu o an anladım; anladım anlamasına fakat artık çok geçti... Mavi rengi gözüme daha önce hiç bu kadar kötü gözükmemişti. Tam kendi kendime küfredip dönecekken, hanımkızımızdan o malum tebessüm eşliğinde 2. güzergah direktifi geldi, orası değil, bu taraftan lütfen... Ah yerin dibine girdiğimiz o anlar, ah.
Yahu hani bu bazı insanlar yaşlandıkça güzelleşiyor derler, hakikaten öyle. Bazen ntvmsnbc.com fotoğraf albümlerinde böyle derlemeler yapılıyor, evet bu tanıma uyan insanlar çıkıyor; ama fotoğrafta görmek videoda gördüğünüz zamanki kadar ikna edici olamayabiliyor çoğu zaman. Geçenlerde ağzımı açık bırakan görüntünün sahibi, Şebnem Paker oldu.
Şu Eurovision dalgasını gerçekten sevmiyorum; ama Ntv, Yakın Plan'ın bir bölümünü Eurovision'a ayırıp güzel bir yarı-belgesel yapmış... Bir nevi tarih yolculuğuna çıkardılar bizi, fark etmeden tümünü izledim. Röportaj yapılan kişilerden birisi de Şebnem Paker idi; Dublin'de düzenlenen 1997 Eurovision'da Dinle isimli şarkı ile 3. olmuştu kendisi.
Ta o zaman bile hoş hatun olduğunu düşünüyordum ama resmen daha da güzelleşmiş ve durulaşmış, maşallah dedim. İronik olan ise; aynı akşam durduk yerde emektar harici harddiski takıp, programı izlemeden 1 saat öncesine kadar eski fotoğraflara bakmış olmamdı. Kendi yıpranışımı ve yaşlanışımı adım adım bir kez daha o fotoğraflarda gördükten sonra Şebnem Paker çıktı karşıma; yalan yok, tuhaf bir his yarattı bende...
Şarkıyı da koyalım, tam olsun. Güzeldir, ben halen beğenirim bu şarkıyı.
Yahu emekli asker misin, muvazzaf apartman yöneticisi misin, yoksa geçmişi dayak atışlarla dolu sınıf öğretmeni misin bilemedim... Yeter abicim, bu kadar ciddiye alınır mı lan işe gidiş ve eve dönüş yolunda olan biten? Yani, alınır da, bu kadar değil. Sırada bekleyene, sanki öne geçtin se" diyerek karışır; otobüs şöförünü, bu durakta kısa durdun diyerek uyarır (şöförü dellendirdi az daha kaza yapıyorduk); balık istifi sıkışık otobüste ayakta duranlar düzgün duruyor mu diye enlem-boylam hesabı yapmaya hazır bir surat ifadesiyle her daim sağa ve sola bakınarak birine söyleyecek bir şey arar... Yordun bizi amca, git kendine bir araba al sen de rahat et biz de rahat edelim. Yoksa otobüs ahalisi olarak biz toplayıp alacağız sana bir araba. Başka bir otobüs enstantanesine geçelim, bu defa rollerde gençler var. Orta kapının karşı tarafına yaslanmış gidiyorum, yanımda bir hatun, onun önünde de iki tane eleman... Kadın, biraz öne gitsene dedi çocuklardan birine. Çocuk rahatsızlık mı verdim gibisinden bakıp ne olduğunu anlamaya çalıştı, bu defa daha sert bir şekilde gitsene dedi kadın. Görüyorum, olan biten bir şey yok. Sonra hakaretler ederek arkaya doğru yürümeye başladı, çocuk da aynı cümlelerle cevap verdi, sonuna da, beğenmiyorsan inip taksiye bineceksin diye ekledi. Bir yandan da suçsuzluğunu seyahat kitlesine kanıtlamak için arkadaşına normalden daha yüksek sesle konuşuyor; ellesem içim yanmayacak, allahtan sen gördün. Hakikaten tatsız durum. Yaptığın bir şey yok fakat işittiğin tek kelime o kalabalık içinde infial bile yaratabilir. Toplu taşımada dikkatli olmak lazım, hem kadın hem de erkek olarak.
İzmir'i seviyorum. Böyle bir içim açılıyor oraya gittiğimde, hatta gideceğimi düşündüğümde bile. Aynı iç açılması sadece Kadıköy/Kalamış/Moda üçgeninde olur bende, bu İzmir'i ne kadar sevdiğimi anlatmaya yeter sanırım. Kendine has bir alt kültür oturtmuş, senelerdir ne yatırım ne de ilgi görmüş olmasına rağmen güzelliğini ve duruşunu tüm boyutlarıyla koruyan bir şehir benim gözümde. Kokoreç'in adam gibi yapıldığı, tüm yemeklerin lezzetli olduğu, esnafının istisnasız güler yüzlü takıldığı şehre selam yollanmaz da ne yapılır arkadaş?
* Yaza yaklaştığımız şu günlerde, yaklaşık 10 senedir yaşadığım güneş gözlüğü sorunu yine üst seviyelere çıktı. Ne fiyatını, ne şeklini, ne de yüzüme oturuşunu beğenebiliyorum; ama çizik içindeki emektarı değiştirmem gerektiği de yadsınamaz gerçek olarak bir köşede duruyor.
* Yol ve otobüs hattı sorma olayının tipsel bir kriteri mi var bilmiyorum fakat kulağımda kulaklık varken bile o kadar kalabalığın içinden gelip bana sormaları çok garip: Adres, otobüs hattı, mekan... Bir gün tüm o birikimin güdümünde Harbiye soranı Halkalı'ya yollayacağım ama dur bakalım.
* Kate Upton denen hatun ziyadesiyle merakımı cezbetti. Hiç ismini duymamıştım bir kaç ay öncesine kadar. Bir reklam videosu gördüm; izlerken bak dedim, ben de biber yerken böyle boncuk boncuk terlerim, daha videonun hemen başında ortak bir noktamız çıktı... Sonra gördüm ki hatun 92'liymiş. Gittim yüzümü yıkadım; Edward Norton'ın 25th Hour'da ayna karşısında yaptığı içsel hesaplaşma tribine girdim.
Yoruldunuz mu? Durun en güzeline geldik.
Bu bir eksküyz değil
Şu işi puş edelim
Orada taymingimizi iyi ayarlayamadık
Çek edip hemen size dönüyorum
Kendimizi pul ettik
Şu ağızlar bana kafayı yedirtmezse kolay kolay aklıma bir şey olmaz. Bir insanın beynini bu kadar mı kemirir bir konuşma tarzı... Ve herkes böyle konuşuyor! Statü takıntısı mı, yabancı terminoloji ile harmanlanmışım bakın a dostlar hezeyanı mı?.. Ben de yabancı kelimeler kullanıyorumdur, orası ayrı. Terminoloji dedim, Türkçe değil elbette. Derdim %100 doğru şekilde Türkçe konuşulması/yazılması da değil esasında, artık bu kadar ayrıntı için zamanı yok kimsenin. Ama tarzanca konuşmayın arkadaş, yemin ediyorum hayattan bezdirip yaşama sevincimi söküp aldınız. Müzik veya spor konuşursun, ne bileyim başka bir konuda teknik bir terim kullanırsın eyvallah... Ama şu yukarıdakileri kulaklarımla duydum ve beni deli ediyorlar.
* Fazla ayrıntılı düşünmek, gereğinden fazla empati yapmak sizi sinir hastası eder, başka da bir boka yaramaz, artık buna inanıyorum. İnsanların rahatlığını kıskanıyorum. Ara sıra ofis bilgisayarında bunalıp da bir müzik açmışken, ulan kısık dinleyeyim, illa ki sevmeyeni vardır, rahatsız etmeyeyim diye düşünen kafamı ayıplıyorum bu vesile ile... Millet nefis bir kıvamda, açıyor bangır bangır sevdiği müziği. Artık karşılığını en sertleri ile vereceğim ben de: Tez zamanda dayıyorum Laaz Rockit'ten Fire in the Hole'u.
Ayrılmak ya da ayrılmamak, işte bütün mesele bu...
mu? Çevremde yaş anlamında büyük olan erkeklerin seneler içerisinde birer birer
tabiri caizse nasıl hayvanlaştıklarını izlerken, kafamda cevabını aradığım
soruların en kritiklerinden biriydi bu. Tüm o kritikliğine rağmen, beraberinde
getireceği sorunları düşündüğümüzde her zaman pek de efektif bir çözüm
olmadığını anlamamız fazla zaman almaz aslında. Düzenleri bozmak kolayken, kurmak
zordur zira.
Fakat kurulmuş olan düzenlerin, ne yazık ki büyük çoğunlukla da biz erkekler
tarafından, en basitinden zaman içerisinde, valizimi hazırladın mı?, terliklerim nerede? veya birebir şahit olduklarım arasında en
fenası olduğunu düşündüğüm yarın ben ne giyeyim? seviyesine
indirgendiğini görmek, olağan ve rutinleşmiş gidişatların içerisinde daha
marjinal fikirleri irdeleme dürtümü tetikledi. İnsanda böyle bir dürtü olduğunu
bile bilmezdim oysa önceleri. Ulan biz de mi böyle olacağız yoksa? kuşkusunun haricinde, daha doğrusu henüz ona kuşkulanacak vakti bile bulamadan,
bu saydıklarımdan tiksinmeye başlıyor insan. Şansın varsa teker teker gelirler,
bazen ise üst üste binip hepten kafayı yedirtirler adama.
Özellikle son zamanlarda sıkça kullandığımı fark ettiğim bir laf var: Alışmış,
kudurmuştan beterdir. Ne de güzel özetliyor bazı şeyleri. Birer birer
baktığımızda; bir yolculuğa çıkmadan önce kişinin kendi çantasını hazırlaması,
duş aldıktan sonra dolabından yeni kıyafetler çıkartacakken ne giyeceğine
kendisinin karar vermesi veya eve geldiğinde kimseye sormaksızın terliklerinin
yerini bulabilmesi son derece normal ve olması gereken şeyler gibi gözüküyor.
Ki öyle de zaten. Ama gelin görün ki, bir yastıkta kocama sloganının
sponsorluğunda senelerin göz açıp kapayıncaya kadar geçtiği evlilik
müessesesinde, bu son derece olağan şeyler, insanı bazı alışmışlıklar silsilesi
oluşması sonucunda kudurtacak kıvama gelebiliyor. Arkadaşım, sana tahsis
edilmiş bir beyin var kafatasının içinde, bunda mutabıkız öyle değil mi? O
zaman neden kıyafetlerini değiştireceğin zaman eşine soruyorsun ne giymen
gerektiğini? Hayır yani, bu soruşun bir fikir alış-verişi kıvamında olsa veya
sen bizzat kendin renk körü olsan ve şunun üzerine şu gider mi gibisinden zarif
bir yardım talebinde bulunmuş olsan tamam diyeceğim ama; öyle de yapmıyorsun
ki. Donun hariç her giyeceğini münazaraya açtığını gördüm ben, görmez olaydım.
Münazaraya açmak ne kelime, konuyu açıp kıyafetlerin çıkartılmasına ön ayak
oldun adeta; böylesi kolayına geliyor çünkü. İnsanın kendi karar mekanizması
içinde sonuca bağlayabileceği günlük temel yaşam hareketlerini bir başkasının
kucağına atması ve normal olanın bu olduğuna alışması kadar acınası ve
tiksinilesi bir şey var mı söyleyin bana?
Gelelim yolculuklardan önceki tantanalara... Mevsimlerden ve coğrafyadan az biraz haberdarsın; nereye, ne kadarlığına
ve hangi mevsimde gittiğine de gayet hakimsin. O zaman yazın ortasında
yapacağın Kemer seyahatinde çantanın içinde mayonun işi ne! Bak beni de deli
ettin en sonunda. Dolaptan biraz iç çamaşırı, biraz evlik ve biraz da dışarıda
giymelik kıyafet alıp, çantanın fermuarını açtıktan sonra içine koymak bu kadar
mı zor? Jilet, şampuan ve diş fırçasına filan değinmedim bile bak! Jerry
Seinfeld'in neredeyse her gittiği yerden bir diş fırçası almışlığı vardır, onu
örnek vereceğim ama adamın kendisinden haberin yok ki icraatinden olsun. Sonra
tabii bir de terlik mevzusu var. Mantık olarak, evden çıkarken televizyonun
üzerinde filan bırakmış olamayacağına göre, belli bir yerde olması son derece
muhtemel değil mi bu terliklerin? Her birine bir verici yerleştir demiyorum ve
sen de zaten 30 senedir mimari özellikleri Quagmire'ın dairesi gibi fazlaca
değişiklik gösteren evlerde yaşamıyorsun; nerede olabilir yani en kötü? Taş
çatlasın 3-4 tane alternatif var; ara, bak ve bul!
Ben senelerce anlattım bunları. En yakın arkadaşlarım, kadınlara
yalakalık yapma ulen cümleleriyle selamladılar beni. Alakası yok dedim,
kaç tanesi inandı bilinmez. İleride sen de öyle olacaksıncı alayı. E tabii
büyük konuşmak huyum değildir ama; öyle olacaksam da şimdiden yazıklar olsun
bana. Bir de burada kusalım bakalım dolmuşluğumuzu, başka da bir şey yaptığım
yok zaten. Ben yeni tanıştığım hatunlara anlatmıyorum ki bunları, hatun
bağlamak için geliştirilmiş bir taktik olsun. Tamam son zamanlarda ilişki
bazında pek istikrarlı değilim belki ama; muhabbetin içine evlilik hayatının 30
sene sonra alacağı halleri sokacak kadar da midesiz değilim.
30 sene sonraki haller değil belki ama; ortaokul veya lisedeyken 30 senedir
evli değildi çoğumuzun ailesi. Hepsi de hayatta olmuyordu, ara sıra mevzu
açıldığında hüzünlenenler bizi de hüzünlendiriyordu. O zamanlar ortamı o
havadan kurtarmak için söylediğim fakat sonradan doğruluğuna da tanıklık
ettiğim bir argümanım vardı; yanında olmaması kötü ama yanında olup da hiç bir
şey yapmaması daha da kötü şeklinde. Demek istediğim; bir şeyi kökten dağıtmak
her zaman çözüm olmasa da, sırf bir takım alışkanlıklar yüzünden bir tarafın
sırtına yüklenen saçma yükler her geçen saniye artıyorsa, bazı şeylerin uzaması
çok da mantıklı değildir. Erkek cinsinin genelde bu yükleri yükleyen taraf
olduğuna tanıklık etmek her daim acı verici olmuştur benim için.
Grup Vitamin'e selam olsun... Çünkü; bir kız gördüm a-acayip, ablası tanıdık
çıktı şeklinde başlayan maceraların alt yapıları, pilavın içindeki taş
ile yoğurdun yapısındaki yaş gibi nedense...
Bir Ankaragücü deplasmanından önceki
geceydi. Meteoroloji kendi çapında uyarısını yapmıştı yapmasına ama; yine de
lodosun lodos kelimesinin hakkını bu denli verircesine patladığı
bir günü daha yaşamamıştık neredeyse. Yaşadıksa da hatırlamıyorduk vallahi.
Vücutlar enerjik, zihinler nispeten arızaya meyilli ve bünyeler de gaz olunca;
Cem Yılmaz'ın potansiyel ışın kılıçlarını anlatırken kullandığı, madem
teknolojiğim, neden esnemiyorum cümle kalıbından hareketle, madem
hava lodos, neden dışarıda toplanmıyoruz deyip, yola çıkılacak sabahın
gecesinde Moda'da toplanmaya karar vermiştik.
Pek de uzun sürmeyen, olum şu birayı köpürtmeden aç, yüzüme geliyo ve suratıma tükürüyosun lan yavaş konuş, duyuyorum ben seni muhabbetlerinden sonra anlamıştık ki; Moda Deniz Kulübü'nün yanındaki otoparkın
denizle birleştiği yere vuran dalgalar, taa üst hizadaki apartmanların önüne
mevzilenmiş banklara kadar geliyor ve bizim suratlarımızı da ıslatıyordu. Hadi
ıslatıyordu demeyelim ama, nemli nemli yapıyordu. Şimdi mesafe için bir rakam
verip abartmış olmayayım ama anlattığım yeri anlamış olanların hadi len,
oha dediğini duyuyor gibi oluşum bana yetiyor da artıyor bile. Valla bak.
O gece kafalar kıyak olunca ülkeyi kurtarmaya yeltenecek modda değildik, o
yüzden hatıralar geçidine doğru yöneldik. Kendimizi yönelmiş halde bulduk daha
doğru bir ifadeyle. Hepimiz eskilerden konuşup kimi kişileri/kimi şeyleri
hasretle ve kahkahayla anarken, kimi kişileri/kimi şeyleri ise tam tersi
şekilde anıyorduk açıkçası. Bu kadar erken olarak bir araya gelişimizdeki gizli
özne de tam olarak buydu zaten. Yani birbirini tanıyan ve beraber zaman
geçirmekten hoşlanan insanlar biraz içip, biraz da beraberce zaman geçirmek
mantığı ile bir araya geldiğinde; bu organizasyonların hemen hemen hepsinde ele
alınan bir konudur geçmiş olaylar ve hayatlarımızdan bir dönem gelip-geçmiş
insanlar. Güncel olaylar da bolca tartışılır belki ama; bu mücadelenin galibi
-eğer ortada bir mücadele varsa- geçmiş zamandır çoğunlukla.
Ama o gece, aramızdan birisi fena halde takmıştı zamanın nasıl geçtiğine. Çok
da hislenmek niyetinde olduğumuz bir an değildi ama durmadan anlatıyordu
kenarda köşede kalmış anıları. O an içinde bulunduğumuz dakikaları bile bir
hafta sonra tam anlamıyla hatırlayamayacağımız türünden filozofça çıkarımlarla
denize karşı dikiliyordu elinde sigarasıyla. En masumane haliyle, koyuyor
be abi... Ne bileyim, daha az mı uyusak ne? dediğinde attığımız
kahkahalara bozulmasına izin vermeden markete gitme sırasının onda olduğunu
hatırlatmıştık da, anca öyle kapanmıştı konu. Daha sonraları, eminim ki içten içe
hepimiz tarafından zamanlı-zamansız düşünülmüştür bu. Bende yontula yontula,
daha belirsiz, altyapısız ve uzun süreli hatıralara dayandı bu olay.
İlk okuldayken flütte öğretilen o aptal şarkıyı halen daha hatırlıyor olmam...
Sahiden, seneler sonra elime flüt alsam neden halen çalabiliyorum o şarkıyı?
Sonra, yine ufakken gecenin bir yarısı tüm evi ayağa dikip patates cipsi
istiyorum diye haykırmam... Pezevenge bak, sanki alt kat imalathane. Yoğurtlu
dolmanın çevresindeki kabakları yemeyi reddettiğim için halamın bana attığı o
bakış... Belki haklıydı ama sevmiyordum ne yapayım. Çok sevdiğim ve çocuk
kafayla evlenmesini asla istemediğim teyzeme, sen de evlendikten sonra
hepten aptallaştın diye çıkışmam... Saf çocuk sevgisi ve onun getirdiği ilgi
kıskançlığı işte. Ve hatta masanın üzerine filan kurulan şu eski tren oyunundan
geri kalmamak için bağırsaklarımla girdiğim inatlaşmayı kaybedip altıma
sıçtığım o gün... Evet evet, hepsini hatırlıyorum. Ama mesela ilk deplasmanımı
hatırlamıyorum benim hayatımda önemli bir yer tuttuğu halde. Hayret.
Unutmadığım için mutlu olduğum önemsiz anlar da var ama. Ortaokulda, şimdi
ismini hatırlayamadığım Edebiyat öğretmenimin sınav kağıtlarını incelemeye
ayırdığımız bir derste bana, Sen bu işi nasıl yapıyorsun bilmiyorum ama
hiç hoşuma gitmiyor. Tarz olarak uzun cümlelerden hiç hoşlanmam, normalde puan
da kırarım. Ama maalesef seninkilerde puan kıracak bir aksaklık bulamadım
şimdiye kadar... deyişi hayatımın en enteresan anlarından biridir mesela. Ben bir de o cümleleri sınav kağıdına tükenmez kalemle yazayım da, hepten
ambale edeyim seni diye geçirmiştim kafamdan ama 2 saniye, yalnızca 2
saniye. Sonra pişman oldum, kadın bana dürüst davranıyordu çünkü.
O tükenmez kalem olayı da ilginçtir. Yaradan matematik özürlü yapmış beni,
analitik düşünme yeteneğim de kısıtlı dolayısıyla. Bazen ani karar verilmesi
gereken durumlarda hissediyorum, böyle tık diye bir şeyler gidiyor gerçekten.
Hele mesela hızlı bir şekilde 8 kere 8!? diye sorsanız hınk diye
öyle bir kilitlenirim ki, ağzımdan akan salyayı kontrol etme yetimden
uzaklaşabilirim bir kaç saniyeliğine. Dolayısıyla hiç sevmezdim o dersi,
öğretmeye çalışanlarla da pek yakınlığım olmadı zira. Ama bazıları sorunumun
bana matematik öğretmeye çalışan kişilerle değil de, matematiğin kendisiyle
olduğunu anlamadı vaktinde, şimdi bakınca üzülüyorum buna. Onlardan olmayan bir
matematik öğretmenim, şimdi nereden açıldığını ve ne olduğunu hatırlamadığım
bir konuda, ... ama senin bir tarzın var. Sınav kağıtlarına
adını-soyadını ve numaranı her zaman tükenmez kalemle yazarsın demişti.
Kadın buna dikkat etmiş yani. Kendisi unutmuş mudur bilmiyorum ama, o sözü
benim unutamadığım önemsiz anlar arasında kafaya oynuyor hala.
Geçen gün FM oynuyordum yine, 2008 olanını. Zaten
bu aralar pek başka bir şey yaptığımı da söyleyemem. Bilgisayar donanımlarının
başını alıp gidiş hızı dudak uçuklatıcı düzeyde olunca, kısmi teknoloji özürlü
biri olarak maddi olayların da etkisiyle makineyi fazla güncel tutamıyorum
tabii ki. Bunun sonucunda da yeni oyunlara geçiş sancılı olduğundan, bir kaç
sene öncesinin oyunlarını tercih ettiğim oluyor, gayet dar olan oyun
yelpazemde. Livorno ile olan mücadelemde ise kulübün kalibresine oranla hiç de
azımsanmayacak başarılar elde ettim belki; ama sattığım bir oyuncudan gelen
büyük meblada bir parayı kulübün gelirlerini arttırmak için stadı büyütmek
amacıyla kullanmak istediğimde, ansızın karşıma çıkan il genel meclisi ile olan
mücadelemde aynı başarıyı elde edemedim. Bunun sonucunda isyan bayrağını
çekişim 8. sezonun sonuna denk geldi.
Yurtdışında sempati duyduğum kulüplerden bir diğeri olan West Ham United ile
yeni bir oyun açtım akabinde. İsmi şimdilerde Carling Cup olan, fakat Villa'nın
kalesini Oakes'ların; Chelsea'nin sol çizgisini ise Babayaro'ların savunduğu
günlerin hatrına zihinlerimizdeki ismi her daim Lig Kupası olarak kalacak olan
kupanın 2. tur kura çekiminde Yeovil Town ile kesişti yollarımız. Maç günü
gelene kadar dikkatimi çeken hiç bir şey olmamıştı, fakat maç günü gelip
çattığında ve takımın amblemini gördüğümde bana en saf halimle ne güzel
lan dedirten o slogan ile karşılaştım ilk olarak. Liverpool'un You'll Never Walk Alone sloganı/şarkısı meşhurdur, ki bu sloganı ve şarkıyı çok
seven arkadaşlar Garry&The Pacemakers'a ait olduğunu bilmez; sonra bir de
nispeten daha az bilinen Everton'ın Nil Satis Nisi Optimum/Only the Best
is Good Enough'ı vardır; fakat şu bana çok daha manidar geldi nedense.
Menajerlik oyunu dünyasına adım atışım 97'ye kadar uzanır ama bunca zaman hiç
görmemiştim demek ki. Görmüş olsam unutacağım bir şey değildi zira.
Yeovil, İngiltere'nin güneybatısında ufak bir
şehir. Takım da 1895 gibi eski bir tarihte kurulmuş olmasına rağmen oldukça
mütevazi... Bizim eski sisteme göre açıklayacak olursam; 2. lig ile 4. lig
arasında gidip-geliyorlar. Topu topu 10.000 kişilik bir stadyumda oynuyorlar iç
saha maçlarını... Ama armalarına işledikleri o slogan ve o sloganın temsil
ettikleri hangi rakam veya sıfat ile açıklanabilir, işte buna bir cevabım yok. Sokaklarda şiddetin kol gezdiği şu günlerde... Çocuklarımızı okula gönderirken
bile içimizde oluşan korkuların gölgesinde yaşadığımız şu hayatlarımızda...
muhabbetlerine girmeyeceğim. Bunları yapacak ziyadesiyle insan var zaten. Ben
yine en iyi bildiğim yoldan gidip hayvanlarda aramaya çalışacağım bazı şeylerin
cevaplarını. Arkadaşım, Kasım'ın ortasında halen daha her gece sivrisinek
kovaladığın memleketten bir skim olmaz; burada bırak hayatı, fare kapanı bile
kurulmaz dediğinde çok gülmüştük, çok da geçmedi esasında üzerinden. O
sıralarda ben de aynısını yaşıyordum her gece, oysa ki yaşam alanlarımıza en
büyük ölçüde giren en tehditkâr hayvanın sivrisinek olduğuna kanaat getireli
çok uzun yıllar olmuştu.
Altınoluk'ta cama takılı teldeki ufak delik sayesinde, daha sonraları yanına
bile yaklaşılamayacağını idrak ettiğimiz rekor sayıda, tek odaya bir gecede 42
kere giriş yapmaları misali, benden ve daha milyonlarca insandan çokça küfür
yerler belki ama; verdikleri tüm rahatsızlığa rağmen oldukça basit
yaratıklardır ve hayata geldiklerinde yapmayı programlandıkları iki şeyi
yaparlar mütemadiyen: Beslenmek ve çoğalmak. Buna, ışığı yakıp peşlerine
düştüğümüzde saklanmalarından yola çıkarak, hayatta kalmak seçeneğini de
ekleyebiliriz. Bir yerlerden gözüm ısırıyor bu üçünü ama... Aslında malum
sloganımızın temsil ettiklerini özümseyebilmek amacıyla bakmak için ne kadar
tutarlı birer örnek oldukları tartışılabilir ama zaman zaman zıtlıklardan da
çok şey elde edilebilir. Zıtlık dediysem şöyle ki, bu malukatlarda bir birleşmişlik
yoktur ve çoğunlukla tek başlarına hareket ederler. Ama bireysel işlevleri
haricinde çevredeki her tür canlıya verdikleri/verebildikleri rahatsızlık bence
ilgilenilmeye değerdir. Bak, geçen gün yine gencecik bir kız astı kendini,
okuduğu üniversitenin yurt odasında. Velev ki bir başına bir sivrisineğin
kaldırdığı gürültüyü kaldırabileydi, velev ki ideallerini daha yüksek sesli
anlatabileydi... Belki halen daha hayatta olacaktı, kim bilir.
Aha, bu da o sivrisinek işte. Bunca yıllık
düşmanlığı ve kini göz ardı edip bir helal olsun çeksem sana, duyamazsın ki
biliyorum. Artık rahatsız olmamayı başarıp en mışılından uyumaya devam edeyim
desem, yine anlamayacaksın ona yanıyorum. Onu bunu bırak da, sen yaradılışının
gereğini bu kadar basit ve kusursuz şekilde yerine getirirken, tüm bu insanlara
ne oluyor da eğitimsiz ve cahil diyerek kendimizi aralarından sıyırdığımız
kısmı arabayı ormana çekip karanlık bir köşede kadının tekine tecavüz edip
keserken, eğitimli sayılıp şehirlerin ve devletin yönetiminde olanlar pastadan
Atatürk maketi filan çıkartıyor; asıl onu anlamıyorum.
Zamanında ne de tatlıydı değil mi onlar? Bu sefer
yazının öznesini en başa çekiyorum, doluyum ona karşı zira...
İkiye ayrılırdı bir kartpostal: Klişe en iyi dilek yazılarının
yazılması için hazırlanmış nispeten boş bir arka taraf; ve bana göre asıl
üzerinde düşünülmesi gereken bölge olan, iç acıcı bir manzaranın fotoğraflanmış
halini yansıtan ön yüz. Tarafların farklı olması, temsil ettikleri şeyleri de
kaçınılmaz olarak değişik kılardı. En iyi dileklerin yazıya döküldüğü o arka
taraf son yıllarda misyonunu cep telefonu mesajlarına, ya da halen daha
alışamadığım teknik ismiyle SMS'lere bıraktı. Yüzeyselliğinden nefret ettiğim
için, için için iyi oldu dediğimi hatırlıyorum; ama ileri görüşlü
bir insan olmadığımdan ileri gelse gerek, cep telefonu mesajlarının
-pratikliklerinden ve işlevselliklerinden ayrı olarak- kartpostalların ne denli
dramatik versiyonları haline geleceğini sezinleyememiştim. Kartpostal dediğimiz
şey bir veya bir kaç kişiye gönderilirken; karşımızda bir anda, bayram gibi
özel günleri tebrik etmek amacıyla bir kaç dakika içinde düzinelerce kişiye
gönderilen kalıp cep telefonu mesajlarını bulduk. Vay benim
dertli başım tümcesini ilk olarak ağzıma alışım da bu zamana denk gelir.
Hele hele, beterin de beteri vardır sözünü haklı çıkarırcasına, aynı gün
içerisinde aynı mesajı birden fazla kişinin göndermesi durumu vardır ki; bu
durumdan daha fazla bahsetmeme yine penceremden gördüğüm kara bulutlar mani
oluyor.
Esasında, kartpostal ile iletilen dileklerin yerini cep telefonu mesajlarına
bırakmış oluşuyla ilgili tutulmuş bir istatistiğe filan göz atmadım, ya da öyle
bir istatistik var mı onu da bilmiyorum; ama sanmıyorum ki kartpostal da
zamanında mektubun başına gelen terkedilmişlikten payını fazlasıyla almamış
olsun. Ama eski güzel günler geyiği yapmak değil amacım, tam tersine
kartpostalların ne denli hain şeyler olduklarından bahsedebilmek iki kelamda.
Bu bağlamda, kafama asıl taktığım yerin ön yüz olduğunu söylemem gerekiyor.
Tatil köylerinin marketlerinde de hemen girişin oraya dizilirdi bu meretler.
Gerçekten hepsinde de güzel bir yer fotoğraflanmış olurdu, en popülerleri de
şehrin kaleden görünüşünü yansıtanlarıydı. Aslında senelerce, insanlar
birbirlerine bu kartpostalları gönderirken, biri de çıkıp bana önünde görmek
istemeyeceğim bir manzara olan bir kartpostal gönderse ne kadar dürüstçe
olacağını düşündüm; çünkü Jerry Seinfeld'den herkesin birbirine tamamiyle
dürüst olduğu bir dünya düşünün: - seninle arkadaşlık yapmak istemiyorum -
sorun değil, zaten senin de nefesin kokuyor bağlamında bir paragraf
dinlemiştim. Etkilenmişim besbelli.
Şehrin kaleden görünüşü... Asıl taktığım manzara buydu işte. İnsanların
önlerine gelen her şey konusunda ahkam kesmeyi ne kadar da sevdiklerinin, daha
doğrusu ahkam kesmek için kendilerine ne kadar malumatın yeterli olacağını
düşündüklerinin güzel bir yansımasıydı bana göre. Sırf o manzaraya bakarak bir
yerin ne kadar güzel olduğunu söyleyenler gördüm, görmez olaydım. Yoğurdun
kaymağı misali yüzeysel bakışlar atar o manzaralar, koca koca şehirlere... Sadece
mutlu anları düşünmeye iterler insanı, oysa ki hiç de öyle değildir işin aslı.
Bir yere tatile gelip 10 gün kalmak ile orada sürekli yaşamak gibi, farklı
yürür bu düzen. Çocuk kafayla dedemin eski yazlığından hafızamda kalmış en net
görüntü olan, karanlığın çökmesiyle ortaya çıkan büyük böcekler misali; herkes
elini ayağını çekip asıl meşgalesine döndükten sonra farkedilmeye başlanır
dramlar, isyanlar, mutsuzluklar; yani en yalın haliyle, dur ithal bir kelime
çakalım araya: Realite.
Belki de sadece, bir insanı ne kadar sevdiğini ve ona ne kadar yakın olduğunu
söylerse söylesin, yine de onun henüz gidip göremediği bir yere gittiğini
duyurmak için sabırsızlanacak ve bunu duyurunca da garip bir mutluluk
hissedecek kadar acayip bir yaratıktır insanoğlu.
Mahalle futbolu kültürünü terimizin son damlasına kadar yaşattığımız ve bunu
yaparken de çok eğlendiğimiz eski mahallemde, maç yaptığımız sokaklardan iş
dönüşü evine giderken geçen ve bizi gören abiler vardı. Bunlar genelde, okulla
sorun yaşamış, spora yönelmiş ama sonradan sporu da bırakmış veya bırakmak
zorunda kalmış kişilerdi. Ne hikmetse, siyah deri montlu olanını hiç unutmam.
Daha o zamandan belliymiş metalci olacağımız, keh keh. Bir şeylere özlem duyar
gibi bakardı bize, bazen topu isterdi, verirdik. O da iki klas hareket ile bize
kendince kısa bir göz ziyafeti çektikten sonra topu geri atardı, belki de o
dakikalarda camdan bakmakta olan bir hatuna hava yapardı, kim bilir. Yani işin
kartpostal manzarası tarafından bakınca, iyi anlaşırdık. Ama şuracıkta onca
sene sonra itiraf ediyor olmasam hanginiz bilecektiniz, o anda elimde olan
mahallede tüm gün futbol oynama özgürlüğümün onda olmadığını
bilerek içten içe gaza gelip eğlendiğimi? İşin garibi; oynamayı bıraktığında
tüm bunları unutup hemen işin öğretme kısmına geçmek ister insan. Ben de öyle
yaptım; ama Al Pacino değiliz ki, Peace With Inches Speech çekelim.
Belki de o yüzden yolculuklarda Agent Steel dinlemeyi bu kadar çok sevdim.
Dünyaya tepeden bir bakış atıyorlar ya hani, uzay falan filan...