27 Nisan 2016 Çarşamba

Sosyal Okazyonlara Tepkisel Bir Yansıma: Yabaniyiz Ezelden

Geçtiğimiz günlerde, artık pek eskisi kadar görüşemesek de, yakın bir arkadaşımın düğününde bulundum. Şehrin güzel otellerinden birinde yapılan organizasyon her ne kadar içimi çok evvelinden şişirmeye başlasa da, sorumluluk ve arzu hissederek, her türlü hamallığa varım demek suretiyle hizmetimi ortaya koydum; öyle ki, hayatımda ilk defa navigasyon kullanıp yürüyerek, daha önce hiç bilmediğim bir sokakta hazır ettim kendimi günün erken saatlerinde.

Şıklık yarışındaki, "modern" ve "normal" insanlar, hayatlarında bir daha ellerine bile almayacakları kıyafetleri içinde arz-ı endam etmiş, birbirlerine tiyatral yeteneklerinin en üst kademelerinden örnekler sunar halde ilgili gözükmeye çalışıyordu. Kara koyundum ben yine, olabileceğim en "normal" ve "modern" haldeydim; elimden geleni yapmıştım ama belki yine de düğün sahiplerine laf getirecek bir kıyafet içindeydim: Ne boğazıma yapışmış bir papyonum, ne gösterişli bir ceketim, ne de taşan etlerimi cesurca sergilememi sağlayan bir sırt dekoltem vardı.

Kendimi yeni pozisyonuma adapte etmeye çalışırken, işleyiş mekanizmasını tamamen unutup, binmekte olan başka bir hanımefendinin yanında asansöre koşmam sonrasında yaşayacaklarım, pek güzel bir özet olmuştu aslında. Kendi kartını okutan hanımefendi, odasının olduğu katın düğmesine -elbette- sorunsuzca basmış; kartını yanında taşımayan ben ise, çıkacağım katın düğmesine karşı giriştiğim ısrarlı mücadelede başarısız olarak alakasız bir katta bulmuştum kendimi. Her köşenin birbirine benzediği ilgili kattaki meraklı bakışlar altında önce yangın boşluğunu dener gibi olsam da, daha büyük rezillik çıkmaması için çareyi görevlileri aramakta buldum.

...

Sosyal ortamlara karşı organik tepkisel yansımamız, yani amiyane tabirle yabaniliğimiz, hep bir uyumsuzluk ve agresiflik olarak algılanageldi... Ne yazıktır pek az kişi idrakine vardı ki, insanlara karşı ilgiliymiş gibi davranmıyorduk; eğer konuşuyorsak gerçekten ilgiliydik. Bir şey söylediğimizde, orada bulunuşumuzun gereği olsun diye değil; onu gerçekten hissettiğimiz için söylüyorduk. Çok kişi farkına varsın diye bir ihtiras içinde ise asla değildik; tek derdimiz 0 noktasıydı, yani tarafsızlık ve nötrlük. Belki ikinci bir düşünme, ikinci bir okuma.

Maç 3-0 iken kopan Pınarbaşı'nın hiç bir zaman büyük bir hayranı olmadık sizin anlayacağınız; tam tersi, haftalardan başka bir hafta, o ıslak deplasmanda, 80'de ikinciyi yemişken üzerine daha da bağıranlardık biz. Yazık ki, kaidelere uyarak yerine getirdiğiniz, onca şatafatla marine edip uğrunda kırk takla attığınız şeyi; ayakkabımızın teki hafif yırtılmış halde, esen rüzgara karşı pembe bir yalanla "üşümediğimizi" söyleyerek, atkımızı size uzatmak suretiyle hali hazırda ortaya koymuştuk zaten biz.

Görmediniz, canınız sağolsun.

Uzun zamandır, hayatın oturmuş düzen maddelerine ve hatta hayatın ta kendisine karşı içimde büyümeye başlayan isteksizliğe karşı, sevdiğim insanlar için bir şeyler yapmak icap ettiğinde mücadele ediyorum. Fakat elimden gelenin en iyisinin, sevdiğim insanlar için yeterli olduğundan emin değilim... Açıkçası kendimi garip hissediyorum. Sevdiğim insanları mutlu etmemin yolu, tüm bunlardan geçmemeliydi. Beni takı merasimindeki duruşuma ve tecrübeme, üzerimdeki kıyafetin şekline, X ülkesinin yerel yemeğini yiyip yemediğime, lüks restoranda kumaş/peçeteyi bacaklarıma yayıp yaymadığıma, ne bileyim işte, listeleri alt-üst eden single'ları tanıyıp tanımadığıma göre değerlendirmemelilerdi... Ben hiç birisini Xentrix'in 2. albümünün 4. şarkısını bilip bilmemelerine, ayakta işedikten sonra tuvaletlerinin her tarafını sidik etmelerine göre değerlendirmedim çünkü. Tuttum, kendi evimde işedim.

Beni sevseler de, görebiliyorum gözlerinde. Tam olarak yıkamadım o düşünceleri, başarısız oldum. Tribünde düştüğümüz duruma, "normal" ve "modern" hayat kriterlerinin gürültülü çarkları arasında da düşmekten kurtulamadık: Arkadaşlarımız, arkadaşlarımızın kız arkadaşları, karşılıksız kovalıyor olsak da maaşlı gözüyle bakanlar gibi baktılar bize. Uymuyorduk çünkü, para etmeyenden ilerliyorduk.

İroniktir ki; göze aldığımız, kendimizi yapmaya hazır hissettiğimiz bir çok şeyin yeri bile yok, bahsi bile açılmıyor. Biz, fazla gözükmeyen pis işleri yapmaya başını koymuşlar olarak, kağıt üzerinde kendimizi hazır hissettiklerimizden çok daha kolay gibi gözükecek noktalarda afallayabiliyoruz: Berber merasimi, fotoğrafçı ve bilimum görevli bahşişleri, bizim toplumda herkesin konuşmaktan kaçındığı fakat bir o kadar sıkça yapılan bir takım ayarlamalar, şık giyinmek, akrabalarla iyi geçinmek, kadınlarla iyi anlaşmak ve seks uğruna beş para etmeyecek sohbetlere uyum sağlayıp adapte olmak, bir davette yanına oturan daha önce hiç görmediğin bir kişiyle sohbet etmek, hastanede burnundan solurken yanına yaklaşıp kendince espri yapan güvenlik görevlisine ilgi göstermek...

Yahu, bir toplum, sıkça yapılan bir şeyi neden hiç konuşmaz? Sizin konuşmaktan kaçındığınız bir şeyi, neden en ince ayrıntısına kadar bilmek zorundayız biz?

Şahsıyla ilgili, kendini ifade yeteneği başta olmak üzere, çok fazla soru işaretleri olan bir insan varsayalım. Bu insan, kendini olayların neresinde gördüğüne dair şahsi hesaplamasını yaparken, çok farklıymış etiketine bulanırsa fark etmeden, itici gözükmeye başlayacaktır. Korktuk, hep korktuk. Çünkü biliyordu insanlar, yapmışlardı, tecrübe etmişlerdi bizim çekindiğimiz ve beceremediğimiz bir çok şeyi; ve bu yüzden bizim de onlar gibi olmamızı bekliyor, samimi bulmuyorlardı belki de bu "yeteneksizliğimizi".

Bir isyan haline, bir uyuşmazlık halet-i ruhiyesine, hatta ve hatta burnu büyüklüğe sokuldu benliklerimiz! Halbuki tek istediğimiz, çıktıktan 5 dakika sonra almayı unuttuğumuz bir şey yüzünden geri döndüğümüz markette, birilerine tekrar selam verme zorunluluğunda olmamaktı; bu kadar basit.

Diyeceğim o ki; yeri gelir sosyalleşir, yeri gelir normalleşir insanoğlu.

2. ve hatta 3. gözler için itinayla dizayn edilmiş, azın ve ucuzun, ilkelin ve sadenin her daim kötü olduğu olgusuyla yoğrulmuş bu mekanik hayatlarımızda; insanların gözüne nasıl gözükeceğin ve senin hakkında ne düşünecekleri algısı ile, kendi rahatlığını ve akıl sağlığını sağlayacak şartları bir araya getirme düşüncesi arasında hiç gidip gelmediğini söyleme bana. "Normal" kavramının bireysel olması gerektiği hissiyatı ve düşüncesi, bizi yaşayan en büyük kuraltanımazlardan biri yapagelmiş esasında, heyhat ki ne heyhat!

Buna ne niyetimiz vardı, ne de haberimiz oldu... Biz, sadece biz olduk. Biz idik. Kendimizi bildik, kendimizi kabullendik.

Peki; hayatın müşterekliğini, x-x-x ayrımı olmadan yaşanması gerektiğini savunan sizler; milyonlarla birlikte düştüğünüz ofsaytı görebilmek için kaç kamera açısı, kaç tekrar arzu ederdiniz?.. Ne yani? "Çoğunluk", tek veya yeterli gösterge miydi "normallik" için? 1945, normal bir yıl mıydı? Bugün Türkiye, normal bir ülke mi?

Yaşamımıza ekli vaziyetteki onca "yazılı olmayan kuralın" müsebbibi, insandan gayrı bir yaratık olsa, belki yine bir nebze sıcaklık pompalayabilirdi zihnime; fakat statü ve şıklığın sembolü olarak boynuna bir kumaş parçası bağlamayı seçen, Ural gölünü kurutan, 40 sene evvel sigara içmeyene - bugün ise 3 çocuk yapıp kredi kartı borcu olmayana "adam" gözüyle bakmayan insanoğlu; kendisine tanınan tüm şansları çoktan tüketmiş durumda.

Lüks rezidanslarınız ve artık kaplarına sığmayarak çatırdayan densizlikleriniz kadar büyük aslında korkularınız.

Sahte gülümsemeleriniz ve etiketli yardımseverlikleriniz ise bu saatten sonra hiç para etmeyecek.

O yüzden bilin ki, ölüm bir son değil bizim için; aksine bir umut.

Yeni bir başlangıç için. Yıkıp, yeniden daha güçlü inşa etmek için.