22 Şubat 2014 Cumartesi

Akıllı Bahanelerim

Cem Yılmaz, üstüne yapmalı sabah kuşağı kadın programlarını anlatırken iyi; biz, kestirmeli yeni telefona geçiş sürecini anlatırken mi kötü? Evet millet kestirmen lazım dedi, bayılır gibi oldum, nasıl yaparız diye resmen dört döndüm.

Maalesef benim için bir iç disiplinin, bir devrin, bir direnişin ve belki evet ufak da bir tutam inadın son bulduğu bir günü yaşadım geçenlerde: Akıllı telefon dünyasına adım attım. Daha doğrusu atmak durumunda kaldım. Ayrıca ilk defa taksitle bir şey aldım ama bu konu dışı - tarihe not düşmüş olalım.


Aldım geldik eve, sim mim dalgalarından yana hiç bir şey gelmiyor aklıma tabii... Acaba eski telefonun micro SD kartı buna olur mu diye düşünürken, bir baktım ki sim kartı olmuyor. İlk başta yanlış takmaya çalışıyorum galiba dedim; ama yok.


Sordum soruşturdum, kestireceksin dediler. 


Kestireceksin birader gibi illegal çağrışım yapan bir şey söylenince, benim aklıma direkt semt aralarında yarısı sönük harfli tabelalarında .... İletişim yazan tarz yerler geldi. Oralara da gideriz yani sıkıntı yok... Ama neyse ki operatörün resmi şubeleri de hallediyormuş. Sonra yaşanması muhtemel şebeke problemlerinden bahsedilince, yeni moda sim kart almak farz oldu. Öyle halledebildik...


Bak dakika 1, gol kaç ben sayamadım. Ulan bu geminin bir ayarı yok mu? Ulan bunu yapın gidelim!


Ayrıca tamam, ben dingilin teki olabilirim de, madem böyle kartın uymaması gibi bir ihtimal mevcut, sen yine bana usulen de olsa bir söyle; bir bakalım kartınız uygun mu de... Eve geldim şok yaşadım; bugüne kadar hep bok attığım teknoloji intikamını böyle alıyor galiba dedim... Zaten gelene-gidene senli benli konuşurlar, telefon alıyoruz ya bana Bey'li konuşmalar filan. Ona da ayrı tav oldum. 


O değil de sorayım mı lan size her şeyi? Ya beyler bu ajandaya nasıl giriyoruz yea?


Dur şimdi.


Yeri geliyor hareketli yerlere girebiliyoruz. Dedim ki ben kör topal da olsa eski telefonu atmayayım o zaman... 


4 küsür sene E72 kullandım. Şarjı 1 haftaya yakın giderdi, tapıyordum. Biraz fazla konuştuysam 3-4 gün - ki nadiren fazla konuşurum, sevmem... Müzik dinleyeceksem mp3çalar, oyun oynayacaksam bilgisayar açarım kafasındayım. Geçen ağustos ayında su girdi, 5 ay cebelleşerek ve ışıksız halde kullandım ama artık iflas etti. 


Geçen ay annemin eski telefonunu aldım, bir tuşta 3 harf sistemini unutmuşuz kimseye bir şey yazamaz halde buldum kendimi, ki telefon baya eski; fotoğraf çekeyim desen sıkıntı, mikrofonu da kısmen nanay.


Bir araştırdım ki artık hiç bir şey kalmamış piyasada. Ortalık bu akıllılardan geçilmiyor. Ayrıca ben dokunmatik ekranda yazma konusunda sıkıntılıyım, hiç tecrübem yok ama mecbur kaldım. Nokia'nın E72 muadili olarak güncel şekil piyasaya sürdüğü telefonlar resmen komedi. Neyi sevsem tedavülden kalkıyor, neyi kanıksayamasam tavan yapıyor demiştim... Diadora krampon bulmaya kalksan 40 takla atarsın bugün, ya da ilk dönemlerdeki kalitesinde bir Wilkinson jilet.


Neyse.


Bu akıllı telefon bataryalarının 1 gün dayanması olayına uzun süreler çok takıldım; ama geçenlerde okuduğum bir yazı, esasında bu aletleri salt telefon sınıfında değerlendirip bu noktadan yola çıkarak yapılacak kıyaslamaların pek de doğru olmayabileceğini gösterdi. Öğrenmenin ve düşünce değişiminin yaşı yok, bunu söylemek yanlış olmaz.


Yani bu kadar geniş alanlara yönelmiş bu aletleri kullanıyorsak, bataryalarını eski telefonlarla değil de dizüstü bilgisayarlarla filan kıyaslamalıyız sanırım. Zaten bu telefonla deplasman cart curt yapılmaz, eski bir tane her türlü lazım. Biz şimdi bilgisayarın bataryası 3 saat dayansa iyi diyoruz misal; ama akıllı telefon 1 günde bitmeye yüz tutunca bu nasıl iş diye hayıflanıyoruz... İyi de isminde telefon geçen aleti telefon olarak kullanmaktan başka her şeyi yapıyoruz ama?


Yani işte olaylar olaylar. Şemsiye içeride artık sevgili dostlar.


Gerçi içeride olmasına içeride de, girdiği gibi de durmuyor ama.


Yok jelatiniydi, kılıfıydı derken... Sanırım çocuk malzemesi endüstrisinden sonra en güzel bunda yaslıyorlar. Kestirirken aparata da kirve parası misali bir sakal dayarlar artık diyordum, yeni kart parasıyla yer değiştirdi sadece.


Daha önce yazdığım bir şey... Aynen almakta sıkıntı yok;


Schuldiner abi ta '94-'95 gibi yazmış da kaydetmiş 1,000 Eyes'ı, orada şunu diyor:


Privacy and intimacy

As we know it
Will be a memory

Satın almaya programlanıyoruz. Tüketmeye... Hep bir yenisini istemeye. Ruhumuzda var bu, doğamızda var. Belki de bunların hepsi bahaneydi, ben de sadece bir yenisini istedim. Eskiden Deliriyum'da vardı yazısı: Merakıma yenildim.

20 Şubat 2014 Perşembe

Pazarlama

Arkadaş adam susmadı ya, durmadı ki ben araya gireyim. Herif beynimi öyle bir çalkaladı ki salonu gezmeyi unuttum, çıkarken aklıma geldi arkamı döndüm, şöyle kısacık bir bakış attım ve devam ettim. 

Ha, salon bakıyordum da, girdiğim bir tanesinde böyle böyle oldu; girizgahı unuttuk pardon... Direkt ortasından daldık konuya.


Efendime söyleyeyim yok grafikler, yok web sitesi üzerinden şifreyle program kontrolleri, yok premium üyelik yok gold üyelik... Lan 6 aylık ne kadar 12 aylık ne kadar, kaçta kapatıyorsunuz ve salona hafif bir bakış. Tek derdim bunların cevabıyken yarım saat manifesto yedik metroseksüel abiden. Salon bakmak da ev bakmak gibiymiş sanki.


Sen de ne kıl adamsın demeyin, tamam ilgili olsunlar da çizgi kaçınca o yapmacıklık ve bir an önce ben buna geçireyim hissini alıyorsunuz. 


Bir de diyor ki; zamanlamanız müthiş, 80 kişiyle sınırlı yeni kampanyamız var ve 60 kişisi doldu, isterseniz hemen ön üyelik yapalım kaçırmayın. Hayırdır kupa finaline otobüs mü yapıyoruz? Bana mı yediriyorsun muhterem... Bedavaysa hemen yapalım ben 15 güne size net haber veririm dedim. Aynen dedim bunu. Maalesef 100 TL kaparo lazım diye cevap verdi ahaha. 


Millet çok çakalım, çok iyi pazarlamacıyım ayaklarında; halbuki bir bok bildikleri yok. Geçen operatörde de tarife değişikliği için "beyefendi fark vermeyin diye DENEDİM ama SİSTEM kabul etmedi, bu aya mahsus .. lira fazla ödeyeceksiniz" dedi görevli arkadaş. BİZİM tarafımızdalar ya hani sözde...



19 Şubat 2014 Çarşamba

Bir İbretlik Yanılgı

İşte size bir "ben ettim siz etmeyin" hikayesi... 

Kesinlikle zevklere saygı duymak lazım fakat lütfen benim yaşadığım şok da şu noktada hoş görülsün. Bu acı verici tecrübeyi size ufak bir hikaye kıvamında neşredeyim ki, gönül ve beyin sızlayışım bir nebze hafiflesin...

Dün hava da güzel olunca kuzenle buluşalım dedik. Çıktık Caddebostan - Şaşkınbakkal arası hem hava alıyoruz, hem de bali çekiyoruz... Bali bir süre sonra sıkınca, başka bir şeyler mi yapsak? dedi bu. Ne mesela? dedim. Sinemaya gidelim mi? diye sordu. Ben zaten salonların pisliğinden ve reklamların uzunluğundan bıkmış bir torrent müridi olarak, gitmeyelim dedim. Gidelim gidelim dedi. Gitmeyelim gitmeyelim diye cevap verdim. Ama inatçı puşt kafaya takmıştı bir kere: Gidelim gidelim gidelim dedi. En sonunda hay götü kuruyasıca tamam gidelim sus dedim. 

Hangi filme gitsek filan diye düşünürken, Herkül gelmiş ona mı baksak? diye sordu bu it. 

(İşte tam burada hayatımın mallıklarından biri başlıyor ve hikayedeki itliği ben devralıyorum)

Sene başında, ntvmsnbc.com'da, yeni sene içerisinde gelecek ve nispeten yüksek beklenti oluşturan 100 filmin bir listesi yayınlanmıştı. Hatta ben içlerinden 30 kadarını ayrıca seçerek kendi özel listemi yapmıştım. O listeyi bilgisayardaki not kağıdıma da aldım aynen. Herkül bahsi geçince, haa dedim (listeden bahsettim); Game of Thrones'daki Kit Harrington (Jon Snow) oynuyor, o listede not aldığım filmlerden biriydi diye belirttim. Nitekim güzel olabilir diye düşündük ve iyi bari ona gidelim dedik.

Ulan filme bilet alırken bir afişine filan bak dimi? Hıyar gibi adamız yeminle.

Neyse girdik; 10 dakika oldu yok, 20 dakika oldu yok; herhalde diyorum ansızın köşelerin birinden çıkmak suretiyle bir anda filme dahil olup, hikayenin gidişatında ani kıvrımlara yol açan çok önemli bir karakteri oynayacak bizim Jon Snow (şu noktada o filmin daha bu hafta geleceğini ve yanlış filme girmiş olabileceğimizi kabullenmiyorum daha)... 30 dakika oldu yok (film hakikaten kötü gidiyor), ben tabii alışamadığımdan olsa gerek cebimde internete girebilecek bir alet olduğunun farkında değilim, en sonunda kuzen lan şundan bir gir de Imdb'ye bak, biz başka filme mi geldik yoksa dedi.

Bir girerim ki, o filmin adı Pompeii imiş. Evet Pompeii. Bizi aldı bir gülme, sinirlerimiz bozuldu. Koltukta daha da aşağıya kaykıldık, izlemeye devam ettik. Velhasıl ben ki kılıç kalkan hastasıyım; bu kadar zorlama, bu kadar gereksiz bir film daha az görmüşümdür. Vücut gösterelim kaygısıyla film çekmişler ya lan... 4. sınıf Amerikan filmi olarak bir kaç ay içinde gece 02.00'de Kanal D'de izleriz bence. Tek olumlu yanı, Spartacus kardeşi gördük hoş bir anı oldu, o kadar.

Bak işsiz ve parasız olmanın güzel yanları da varmış. Hesabı mütemadiyen yanımdakilere kitlediğimden, bu filme 40 lira harcamanın dayanılmaz hafifliğini kuzenim tek başına yaşıyor şimdi. Ahaha. Çok kaliteli 3D gözlüğüm oldu ama film sayesinde, onu da belirteyim. Takıp Mecidiyeköy'de gezerim yani deli gibi.

Dimi lan kuzen?

15 Şubat 2014 Cumartesi

Gitmek Zorundaydın Be Arkadaş

Saat 06.20, Barbaros civarları. Hava henüz loşa çalan şekil karanlık; rüzgar çok, soğuk bol. Duruyorum o camili sokağın hemen kenarında... 10 dakika sonrasında birincisini yaşamak üzere, hayatımdaki kimi ilklerle tanışmak yoktu aklımdaki ihtimaller arasında. Biraz ısınmaya, biraz da o karanlık sokakta caminin köşesinden sağ elinde sürüklediği valizi ve öne eğik haldeki kafasıyla bana doğru yaklaşmaya başlayacak sureti seçmeye çalışıyordum.

Daha önce ağladığını hiç duymadığın/görmediğin bir insanın ağlamasına ilk şahit oluşun düşünülmeyecek kadar kötü, ihtimal verilmeyecek kadar garip ve eğreti bir anmış meğer... Yahu kardeşim, senelerce yüzünü görüp, sonra ansızın kendi sesini işitmediniz mi Kenan İmirzalıoğlu'nun? Hah, duyduğunuz o ilk anı düşünün ve ona 100 katın işte.


Bunun 2 gün öncesinde, hayatımda işittiğim en hüzünlü melodinin bir film müziği olduğunu anlatıyordum: Schlinder's List. Ne zaman duysam içimi dağlayan bu melodi, şimdi yukarıda bahsettiğim anın garipliği ve hüznü ile bir olup kafamın içinde durmadan dönmeye başlamıştı bile. Durduramıyordum... Durdurmak isteyip de durduramıyor oluşum, kendi kendine durmasını sağlayacak bir sebep miydi peki? Manyak mısınız oğlum, hayat hiç bu kadar adil mi?


Yetmezmiş gibi, Tarık Akan ile Halit Akçatepe'nin oynadığı Canım Kardeşim'in yine Schlinder's List'inkine yakın seviyede hüzünlü olan o gitar melodisi hemen arkasına yapışmıştı; ve biri eskaza yarım saniyeliğine es verse, otomatiğe alınmışçasına diğeri devreye giriyordu hemen. Dur bakalım, yağma yok, bu anı iliklerine kadar yaşayacaksın der gibilerdi bana. Filmde, çocuğun en büyük arzusu evlerinde bir televizyonları olması idi, Tarık Akan da en sonunda kardeşinin bu hasta haline dayanamayarak televizyon çalıyordu dükkanın tekinden.

Bir başka deyişle, çaresizlikten ve hüzünden çok kısa bir süreliğine de olsa uzaklaşabilmek adına belki de hiç bulaşmaması gereken bir işe bulaşmayı göze alıyordu; neyi göze aldığını ona düşündürtmeyecek kadar büyümüştü çünkü bu çaresizlik. İşte o anda ben, sabahın karanlığında Yıldız'dan yokuşa vurmuş, kafamda dönüp duran bu iki melodiye yan koltuktaki ağlayışıyla eşlik eden arkadaşımın 12 ay boyunca yaşayacağı çaresizlik için bir benzerini hissediyordum.


İnsanlar en büyük çılgınlıklarını böyle anlarda yapar bazen... Tarık Akan da televizyonu bu duygularla çalmıştır filmde. İşte bu yüzdendir ki, ben öyle bağıran-çağıran-böğüren-kendini jiletleyen kimselerin değil; bu tarz besteleri yapan insanların psikopat olduğunu düşünüyorum. Hadi psikopat demeyeyim, zihinsel bir anormalite değil söylemek istediğim zira, çılgınlık olsun adı.


Bu bestenin sahibi, Cahit Oben abimizmiş. Yine onun kadar hüzünlü olan En Büyük Şaban'ın müziği de onun eseriymiş aynı zamanda. O filmi ne zaman izlesem, kadının sonunda Şaban'ı gördüğü fakat onun usul usul uzaklaştığı yerde burnum yanmaya ve gözlerim sulanmaya başlar. Yani otomatik bir refleks olmuştur bende... O yüzden, oldu ki denk geldiysem sonunu izlemek istemem, geçerim.


Yani sen ne hissetmişsin, ne yaşamışsın, nasıl yanmışsın da hüznü bu şekilde melodiye dökebilmişsin be güzel abim? O izleyemediğim sahne misali, aynı zamanda bazı ve bu melodileri dinlemeye de çok nadiren cesaret edebilirim ben. Ben dinlemeye cesaret edemezken, adam bunları yazmış be kardeşim... Anlatabildim mi derdimi?

Allah belamızı bizi balık burcu yaparak vermiş; ara sıra dönemlik kırılganlık ve sıkıntılarım gelir, düşünceler basar dört bir yanımı... Öyle olunca bazen derim ki, bari şöyle melodiler çıkarabilecek bir zihnimiz olsaydı, dertlendiğime değdi! diyebilirdim o zaman belki. Evet sıkıntılı hallerimi kapitalize edebiliyor olsaydım etmek isterdim, bu kadar da netim. Yazayım yazayım da beleş mi dağıtayım, faturaları nasıl ödeyeyim sonra? Şaka be şaka, alın helali hoş olsun.


Zaten hayal bile kuramaz hale gelmişiz sanki... Yakın günlerde evin tekinin balkonunu gören bir arkadaş dedi ki, ulan şu balkonun köşesine güzel barbekü sistemi kurulur... Söylediğine refleks göstermemiş olmayayım diye hafifçe tebessüm ettim, ettim ama aynı zamanda da artık hayal bile kuramadığımı fark edip, hayal sahibini aynı anda hem yadırgamamaya hem de kıskanmamaya çalıştım... Hem araba sürüp hem de film izlemeye çalışmak gibiydi dostlar; işte o 2 saniyede çok yoruldu, belki de zaten yorulmaya bahane aramakta olan zihnim.