16 Ekim 2013 Çarşamba

Misanthrope

Yani insanı sevmeyişimiz/sevemeyişimiz. Ve kendimizi buna zorlamanın anlamsızlığını kabullenmiş olmamız. Ben açıkçası kendimi yeterince sorguladığımı ve hatta sorgulayacağım derken de yıprattığımı düşünüyorum. Biraz da adına toplum denen ornitorenk sürüsü yapsın bunu, ne var?

Ağır laf ettim, biraz açayım.

Şu dünyada sevilmeyecek, kendine ve çevresine en zararlı yegane varlık insan. Bunun farkına varmış, daha doğrusu bunu kafasından atamayan ve biraz da duygusal olan kişi; her şeyin sanallaştığı, samimiyetten uzaklaştığı, etiket ve kendini afişe etme yarışına dönüştüğü bu yapıyı göz ardı edemiyor, göz ardı etmesi söz konusu olamıyor. Bu göz ardı edemeyiş de kişiyi yalnızlığa, yani bir nevi samimiyet arayışına itiyor. Bunun uzantısında, iş ararken bile boşvermişlik geliyor insana, çünkü iş dünyası samimiyetsizliğin belki de en fazla olduğu yer. Torpille girmenin sıkıntı verici düşüncesi bile bu hayatta seni geriye atıyor en basitinden. En azından bende olan budur.

Yaradan itinayla yaratmış olacak ki, her furyaya bu kadar fütursuzca ve sorgusuzca kapılıp, aslında hiç olmadığı gibi görünmek için kıçını yırtan bir türüz biz.

15 senelik arkadaşım, 15 diyorum bak 15, daha dün boynumda atkı var diye, tamam maçlara gidiyosun anladık muhabbeti yapan adam; Real Madrid maçının olduğu gün 24 saat hediye paketi gibi kendi takımının formasıyla gezip, kaçan gollerde masadaki çatalları yere fırlatıyordu. Çok fanatikleşiyorum lan dedi, fırlattığı o çatalı götüne sokmamak için zor tuttum kendimi. Fenerli olsa daha da kızardım belki. Bak bu tipler, kaç yıllık arkadaşınız olursa olsun, güzel bir örnektir işte bu sanallaşmaya. Adam yarın başka bir rakı masasında hangi saatte nerede hatun bol olur geyiğinin içinde olacak; lakin maç vakti o formayla fotoğrafı çekip internete yüklemeli. Geberir yoksa pezevenk, çükü düşer. Teknoloji özelinde Facebook denen dalga vallahi de billahi de insanları takım tutar (!) yapmış, ben bunu gördüm. O gün bugündür de aramadım sormadım, tiksindim çıkmadım dışarı bunlarla.

Facebook dalgasında 1000 + kişi ekli olmasıyla övünenler, daha dün MSN'lerinin kişi sayısını size söyleyenlerdi işte. Halbuki bu iş, bu arkadaşlık/dostluk/paylaşım artık adına her ne derseniz, tıpkı tribündeki insanların niteliğinin sayısından daha önemli olması gibi... Koordinasyonu sıfır, nerede ne gireceğini bilmeyen 5000 adamla yapacağın deplasmana tercih etmez misin birbiri için canını verecek ve nerede ne gireceğini bilip ciğerden bağıracak 500 kişiyle deplasman yapmayı?

Şirket yemekleri, doğum günü partileri filan  bu yapının komünleştiği anlara çok güzel birer örnektir... Fırsat bulduğunuzda girin bakın, arada karı kız görürseniz yazılın da, orasını artık ben bilemem ahah. 1 şişe tekilayı 10 dakikada mideye indirseniz o görüntü ve yapmacıklık anındaki kadar kusasınız gelmez. 4-5 senedir görüşmediğin bir insanın doğum günü partisine hasbelkader gitmiş bulunsan bir arkadaşın vasıtası ile, seni görünce, ay canım hoş geldin, ne iyi ettin de geldin diyor. Lan nasıl yani? Hediye filan getirmedim ha ona göre diyesi geliyor insanın. Bırak, sık elimi geç.

Bakın, ah ulan 60'larda 70'lerde yaşasaymışız, her şey daha samimiymiş narası atmak değil niyetim. O dönemin insanı da, o dönemin geçmişine kıyasla rahatsızlık duyuyordu bazı şeylerden. Midnight in Paris döngüsüne girmeyelim şimdi burada… Ama sonuçta senin içinde varsa ayrıntıya inmek, taş devrinde bile yaparsın bunu, sıkıntı yok. Herkesin ağzında bir laf misal, kanka. Kızdığımı bildikleri için söylemiyorlar pek benim yanımda. Böyle nalet, böyle naylon bir hitap şekli yok. Ulan cep telefonlarından bayramlarda 750 kişiye gönderilen ambalajı fiyakalı fakat içi bomboş nameler bile ortadan kalktı da, şu kelime halen ilk günkü sıcaklığıyla kullanılıyor.

Burnu büyüklük, kibir, çekememezlik, hijyenik takıntı, kasıntı veya ukalalık değil bizimkisi... Hijyenik takıntı ne lan zaten? O bir tuvalette olur dışarıda sıçamazsın, bir de sekste olur her önüne gelenle yatmazsın. İkisi de bende var zaten, oradan biliyorum. İyi bir huy da değil belki kişiyi yalnızlığa iten bu denklemlerin toplamı. Hasta eder seni diyorlar, takma bu kadar/düşünme böyle incesini. Elimde mi? Elimizde mi? Hapşırdıktan sonra eline balgam bulaşan adamın ellerini birbirine silişini görmüşüm bir defa; ne görüntünün kendisini, ne de ilerisi için potansiyelini çıkaramam artık aklımdan.

Olum, psikolojik fiyat diye bir şey var lan bu hayatta.

Yahu bu esasında insanoğlunun riyakarlığına dair o kadar güzel bir gösterge ki, kelimeler yetmez ne kadar uygun bir örnek olduğunu anlatmaya. Adam oraya 12.99 yazıyor. Sen para üzeri olarak 1 kuruşunu istesen ciğeri beş para etmez, iki kuruşun lafını eden şerefsiz oluveriyorsun bir anda. Eskilerde söz senetmiş, namusmuş. Şimdi komple o kadar şerefsiziz ki insan olarak, beyinlerimiz öyle bir sarmalanmış ki bu şerefsizliğe, bu yüzümüze vuruluyor ve biz de, hah iyi, 13 lira değilmiş diyerek malı kaptığımız gibi kasaya koşuyoruz.

Bak riyakar olmamız değil burada olay; riyakarlığın yüzümüze vurulmasına, hayatın buna göre kalıplandırılmasına alışmışlığımız, bunun hoşumuza gitmeye başlaması buradaki esas dalga. Bunu kim nasıl açıklar, bu algıya göre düzenlenen hayatın kurucusu konumundaki insan denen varlık nasıl sevilir bana bir açıklayın?

Müziği kulağa takıp yürüyüş yapmak bu dünyada yapılabilecek en güzel şeylerden biri. Gelinebilecek en saf noktalardan bence… Ha insan bazen tırsıyor, hele de bu tırsma duygusu bayramlarda biraz daha yüksek noktaya çıkar benim için, yarın öbür gün kimse kalmayacak sanırım etrafımızda diyorum. Kalabalık bayram tebrikleri ve gezmeleri, yerini dolapta –o da içine koyabileceğimiz bir evimiz olursa- kaymak tutmuş yarım tencere bir çorbaya ve efsane maraton anılarına filan mı bırakacak acaba diye düşünüyorum. Ama elden ne gelir? Böyle olacaksa bile kendini değiştirip, bunca puştlukta ihtisas sahibi kitleye sırf yanım kalabalık olsun diye katlanabilir mi insan?

Komple yalnızlık da iyi değil elbet, bunu hiçbir zaman övmem. Olsun 2-3 kişi güvenebileceğimiz, yeri gelip tribün kovalayıp, yeri gelip elde bira müzik dinleyebileceğimiz. Fakat en nihayetinde; yolda tesadüfen karşılaştığımız bir tanıdığımızla ayak üstü iki çift laf ettikten sonra, bir daha yine böyle tesadüfen denk gelmedikçe görüşmeyeceğimizi bildiğimiz için, ayrılırken, mutlaka görüşelim demeyi reddedenleriz biz.

Varsa itirazı olan beri gelsin.

İnsan yalnızlığa, sadece bu adına sosyalleşme denen katakullinin boku çıktığı için, doğru tarafa kaçmak isteğiyle veya doğrunun yalnızlığa kaçmak olduğu düşüncesiyle bir seçim olarak yönelmiyor. Her taraftan izlenip dinlenilen, 2 hatta 3 telefonla dolaşmak zorunda kalınan, durmadan kalabalıklaşmakta olan bir hayat sonucunda bu yalnızlaşma olayı istekten çıkıp tek başına bir ihtiyaç haline geliyor.

Bak Schuldiner abi ta '94-'95 gibi yazmış da kaydetmiş 1,000 Eyes'ı, orada şöyle bir şey diyor;

Privacy and intimacy 
As we know it
Will be a memory

Dikkat edin; babalarımızda filan eğer pazar günleri hava güzelse cümbür cemaat sahil kenarına gitme veya ağaçlık bir alan bulup mangal yakma alışkanlığı halen daha sürer. Bizim nesilde ise bırakın o sana ait tek gün olan pazar gününde sahile inmeyi veya mangal yakmayı; kovaladığımız takımların maçlarına denk gelmiyorsa odanın kapısından dışarı adım dahi atmaya istek kalmadı. Orada o anda tek başımıza olmaya ihtiyaç duyar hale geldik çünkü.

Karı kız işlerine ise hiç girmeyeyim diyorum fakat en azından şunu söyleyeyim; benim ailem ve bir kaç yakın dostum dışında insanlara tahammülüm gittikçe azaldı ve halen daha da azalmakta. Bu karşımda süper seksi bir hatun olsa bile böyle. Dayanamıyorum ya, patlıyorum resmen. Patlıyorum derken öyle değil yani, köftehorlar sizi.

Bırak bu karıları görünce dibim düşmez ayaklarını filan diye düşünecek olan çıkarsa da üzülürüm bak. İçimizi döküyoruz şurada, derdim hissetmediğim salak saçma şeyleri sırf nadir gibi gözüküyor diye yazmak değil. Hepsinden öte ben zaten iyi olanın bu olduğunu savunmuyorum (hatun mevzuunda), olanın adını koyuyorum. Ara sıra çıkmıyor değil bir şeyler fakat bu tahammülsüzlük er ya da geç devreye girip işi bitiriyor.


Dün bunu yazıp, bisiklete atlayarak tek başıma denize gittim mesela ben ahah.

Biraz kendinle dalga geçebilmek de insanı kendine getirir.