25 Mart 2013 Pazartesi

Kar ve Özür

Bu kış 1 kez kar yağdı İstanbul'a. 1 kez yağdı fakat neredeyse hemen diz altı seviyesine kadar gelmiş ve 1 hafta kadar da sokaklarda kalmıştı. Yağışın en yoğunlaştığı gün, tıpkı diğer günler gibi, sabah işe gitmek ve akşam eve dönmek için yol mücadelesindeydim. Bu mücadele, aşağıda yazdığım satırları getirmişti aklıma... Pişmanlık, hüzün, anılar, hatta eski mahallenin kar altındaki görüntüsü; karmakarışık bir haldi o.

Eski mahalledeyken, okulların kar nedeniyle tatil olduğu bir gün, sıcacık yatağıma dönme şansımın istediğim her saniye elimde olmasının verdiği şımarıklık ile sabah vakti pencereden bakarken, bıkkın adımlarla buzda yürümeye çalışarak gitmeye mecbur olduğu işine giden ve içimden, hehe, ben değilim ki o halde olan diye çocuk kafayla geçirdiğim abim... Kim olduğunu bilmiyorum; fakat iki sabahtır seni anıyorum... Seneler sonra özür dilerim.

Süregelen Takıntılar 5

* Şimdi tabii bu fitnıs filan iyi güzel de, geçenlerde spor çıkışı bir piiz store önünden geçerken içeride masalara kurulmuş biraz demlenen biraz da iki lafın belini kıran insanları gördüğümde fark ettim ki, ben şöyle bir cuma akşamı işten sonra çıkıp iki tek atmayı özlemişim yahu... Geçerken yavru kedi gibi baktım içeridekilere, gören olsa acır ve masasına davet ederdi. Bize de yazık değil mi? Yanlışsam düzeltin lütfen sevgili Norm, sevgili Peter ve sevgili Homer...

* Peki ya İETT'nin bu yeni sarı otobüslerine ne demeli? Hiç biriniz de bahsetmemişsiniz köftehorlar; hepiniz mi patronsunuz len, hepiniz mi işe arabayla gidiyorsunuz? Mavi kare içine pembeye çalan kırmızıyla hat numarası, ilk durak ismi yeşil/son durak ismi beyaz otobüs tabelası mı olur? Görsen Wild Gunman ekranı sanırsın, ufak çocuk görse şeker zanneder; istiyorum diye anasının babasının kafasını ütüler. Uzaktan fark edilmesini sağlasa da, iç içe geçmiş renkler yüzünden dibine gelene kadar ne yazdığını anlamıyorsun. Üst üste binilecek kadar yoğun olan hatlara, eskisinden daha ufak araçları tahsis etmek de anca bu topraklara nasip olurdu zaten... Bu renk kombinasyonlarını gördükten sonra, daha da Picasso tabloları için, bacağı ağzına girmiş bu ne böyle filan demeyeceğim. Çünkü İETT bize o renklerde sevgiyi anlatmış, yersen.

* Seksi kadın dedin mi, bunun değişmez cevaplarından biri -her ne kadar program eskisi kadar iyi olmasa da- Scare Tactics'in sunucusu olmalı. Bence insanoğlu bunda mutabık kalmalı... Scare you later deyip de gidişi yenir, net.

Biten Akbil

Otobüse bindiğinde akbili bitmiş olanlar gizli bir tarikat kurdu ve işi gücü bırakıp benimle mi uğraşıyorlar, emin olamıyorum.

Son zamanlarda o kadar fazlalaştı ki... Milletin kafasını öne eğip ilgilenmemesi bir yana, bir önümdeki ya da arkamdaki kişi olduğu için genelde, kartı reddedilenin ilk göz teması kurduğu kişi ben oluyorum. İlk başlarda (çok şekiliz ya) verdikleri parayı kabul etmiyordum. Fakat artık iş çığrından çıktı ve ne verirlerse alıyorum, yeter lan.

Geçenlerde yine böyle bir mevzu oldu, birisi bana para verdi ve ben de ona kartımı verdim bassın diye. Şirket nedeniyle aylık ve 100'lük olarak dolduruyorum, bu mevzu da kartın yeni doldurulduğu günlerden birinde geçiyor. Kız akbili bastıktan sonra, kalan bakiye 80.25 TL yazısını görünce soğuk rüzgarlar esti otobüsün içinde... Hani, ulan kartında 80 küsür lira var, halen daha benim verdiğim parayı alıyorsun tarzında bir hava.

Açıklayayım desen açıklayamazsın, kalabalıktan havada gidiyoruz kimsenin nefes alacak dermanı yok... E ben sadece bakışlarımla, bacım şirket bu s**timinin kart parasını ayda bir veriyor, sayılı veriyor, ben de kartı ayda bir doldurmak suretiyle şehir içi dolaşımımı sağlıyorum diyemem ki... Yok öyle bir mimik.

Peki ya bu kardeşinizin hiç mi o duruma düştüğü olmadı? Oldu elbet, ilk ve son kez. Bir allahın kulu bile yardım için uzatmadı akbilini, dün olmuş gibi hatırlarım o anı. Otobüste oluştuğunu düşündüğüm servis ortamı yalanmış lafının çıkışı da, bu olaya tekabül eder işte.

Süregelen Takıntılar 4

* Gece vakti yatmamak için direndiğim dakikalar... Hani her gün ortası esnerken, bu gece erken yatıyorum dediğin ve gecesinde o lafı yuttuğun anlar var ya, hah onlar işte. Aldım kumandayı, uzandım yatağa, televizyona bakacağım biraz. Kanalları gezerken şu soyları kuruyasıca lise dizilerinden birisi denk geldi, Pis Yedili. Zaten biz neyle dalga geçsek tutuyor, tavan yapıyor anasını satayım... Lan arkadaş o lise yıllarındaki kızları canlandıran oyuncuların makyajları nedir öyle? Surat Fringe'in Observer'ları kadar pudralı, dudaklar desen 2 dakika önce 1 kova çileği yalamayı bitirmiş kadar kırmızı... Bu mu yani hakikaten? Gerçi okullarda cep telefonunun serbest bırakıldığını bile yeni öğrendim sayılır, kim bilir belki daha neler değişti neler...

* Her taraf gurme programları doldu. Şöyle eğlenceli, baskınlı bir şeyler olsa da izlesem diyorum. Vedat Milor'u gördüm mü kaçırmam gerçi, onu ayırıyorum. Ama şahsen, sembol durumdaki dıt dıt dıt dırıııı şeklindeki fon müziğiyle karanlık ve dolambaçlı merdivenlerden hep bir telaş halinde kameramanıyla birlikte çıkıp baskın yapan Uğur Dündar'ın Arena'sı tarzı bir şey olsun isterdim televizyonda... O sağlıksız koşulları, karşısında gördüğü kameraya kendi literatüründe izah etmeye çalışan abiler nerede hani? Onların bile kendine göre bir samimiyeti vardı sanki... Şimdi açıyorsun, herkes parande atıp ağzından alev püskürtüyor. Yıllar önce demişti Şener Şen; paşa dediğin yiğittir, atılgandır, gözlerinden ateş saçar diye. Yalansa yalan deyin?

* Kıyafetlere karşı cilt huyluluğu, ta çocukluğumdan beri benimle olan bir olay. Halen hatırlarım, sabahın köründe önlüğümün altına boğazlı penye giydirmeye çalışan anamı bile pes ettirdiğimi... O boğazlıyı giyeyim, ister kalın kazak olsun ister ince penye hiç fark etmez, hemen kızarmaya ve kaşınmaya başlarım; çekiştirip helak ederim o kumaşı. İyi bir şey değil. Milleti görüyorsun televizyonda ya da dışarıda, ne güzel renk uyumları ve ürünsel kafiyeler yakalayıp giyinmişler, geziyorlar. Ama yok, ben yapamıyorum. Giyimde rahatlık, benim için her şeyin önünde, bu hep böyle oldu. İş yerinde bile business dress code denilen saçmalığın (evet, elbette ki ve mutlaka İngilizce bir terimle belirtmeliler bunu, ne sandınız?) pazarlığını yaptım, bunu uygulamaya koyduklarında, gömlek ve kazak giyemeyeceğimi söyledim. Riskti ama kabul ettirdim. Merak içindeyim var mı bu konuda benim kadar huylusu... Boğazımıza değen yegane şey armamızın atkısı.

* Balık severim, ailecek severiz, hem de çok. Balık deyip geçme, o kadar geniş bir şey ki inanılmaz fark ediyor. Balık seviyorum evet ama mesela hayatta alıp da karagöz yemem. Millet karagöz yiyor yahu! Bir süre önce Antalya'daydım, hani darılmaca-gücenmece olmasın; Antalya'da, biz Karadeniz damak tadına sahip insanlara göre, balıktan pek anlayan bulunmuyor. Çinekop, hamsi, mezgit, barbun (ki irisi olan tekirden daha lezzetli gelir bana), dil balığı varken karagöz yenmez be iki gözüm; yapmayın etmeyin, beni üzmeyin. Orada bir alışveriş marketinde balık alırken, yandan bir aile geldi: 15 yaşlarında çocuk, anne ve baba. Uzunca bir balığı fileto çıkarıp boylamasına sermişler tezgaha, abla geldi oradaki görevliye sordu, fırında hangisi olur? diye. Görevli o balığı gösterdi ve sorgusuz-sualsiz o balığı alıp gittiler. Balık böyle mi alınır yahu dedim, elbette içimden; fakat az kalsın müdahale edecektim kendimi tutamayıp. Herkesin damak tadı elbet, yapacak bir şey yok...

18 Mart 2013 Pazartesi

Zaruri Bir Gecenin Anatomisi

Let me tell you a story to chill the bones
About a thing that I saw

Demiş vakt-i zamanında Bruce abi.


O hesap bir meyhane ortamı, Pera'da. Nezaketen uğruyorum, tamam. Kenarda köşede bir yere geçiyorum, son dönemlerde belirlediğim bir nevi prensip ve içsel inat/merak dengelemesine istinaden, haftada 1 içeceğiz demişiz... Bakalım, diyorum kendime; etrafta, rakı içiyoruz değil mi? diye sorup tahrik edenlere karşı sözünde durabilecek misin... Evet o merakla beklenen sipariş anı geliyor ve kendime içten bir helal çekerek veriyorum siparişimi: Bir bardak portakal suyu lütfen.

İyi-kötü bir çevren var, haydi dediğinde muhabbet etmeye ve dışarı çıkmaya hazır insanlar... Ama sanırım herkesin sahip olabildiği bir lüks değil bu, etrafa bakınca onu görüyorum. Veya ben mi bir kompleks/kasıntı timsaliyim de, insanlar olmaları gerektiği kadar rahat ve eğlenceli?.. En basitinden, insanların ihtiyacı varmış, demek ki iyi olmuş bu ortam diyorum gecenin başında. Nasıl oynamalar, nasıl eğlenmeler, nasıl gülücükler... Daha bu sabah, 6 ay önceki işin faturasını çıkarmayı unuttuğunu fark eden hatundan eser yok! Hiç birine aktif olarak katılmasam da izliyorum herkesi, hoşuma gidiyor. Taa ki o an gelene kadar: Gösteriş ve yapmacıklık modu. Coupling'in efsane bölümlerinden The Melty Man Cometh hesabı gelmiş, sinmiş ortama...


Daha tanışalı 2 gün olmasına rağmen, 40 yıllık arkadaşmışcasına samimi pozlar veriliyor objektiflere, sarılmalar-kadeh kaldırmalar fora. Evet rakı içiyorlar, evet bunu kendilerine doğrultulan objektiflere yansıtıp, facebook üzerinden herkesin gözüne sokmalılar. Mutluluk paylaşıldıkça artar. Peki sen neden paylaşmak istediklerinin yanında değilsin? Demek ki sende biraz maymun iştahı var. Veyahut yetmiyor mu yanındakiler bacım? Yeme len şimdi bizi paylaşım maylaşım diye; seninki bildiğin bir hezeyan, ihtiras... Zaten Linkedin'de de öyle janjanlı bir taytıl cümlen var ki isminin hemen altında, sormayın gitsin a dostlar...

Sonra grupla alakası olmayan o beyaz gömlekli uzun boylu adam ve yanındaki kısa boylu siyah ve dar elbiseli kadın geliyor. Elinde rakı kadehi taşırken apartman topukları kopup da düşesice. O yürüyor, ben geriliyorum düşecek diye. 40 kişiyle şerefe yapıyor, ben hariç. Kafamla selamlıyorum hafif, yine nezaketen... Sen kimsin be adam? Necisin? İş çıkışı kravatın ve gömleğin de üzerinde, haftanın stresini atmaya gelmiş imajın oturmuş halde. Evet istediğin imajı yansıtıyorsun, alkışlar senin için... de niye bizim buradasın? Gidiyor sonra, ardına bile bakmadan. Bakmasın da zaten.

Kondüsyonu az olanların ağızları kaymaya başlıyor. Gözlemci gibi, hakem gibi duruyorsun orada, niyet o değil ama o kıvama gelivermişsin. Abi televizyonda gördük, mal gibiydin. Yarının geleceğini biliyorum, pişman olacağınız şeyler yapmayın bari, diyorum. Nitekim dansöz geliyor; fotoğraflarla yetinmeyip para takmaya, striptizvari hareketler yapmaya başlıyor iş dünyası insanlarımız... Sonuçlar ortada: Dansözlerden biri, abi çıkıyor. Bu benim bile aklıma gelmemişti... Larry David senaryosu gibi!

Yana yakıla o fotoğrafları çekeni aramaca başlıyor. Ofiste ertesi sabahın ilk cümlesi ne olsa beğenirsiniz? Sakın ha benden habersiz hiç birini hiç bir yere koyma. Sen olsan gülmez misin şimdi hakim bey söyle, kuru fasulyenin suyuna ekmeği banmaz mısın?

İçine kapanık dediler bana - E güvenemedim ki insanlara


Yahu sen de pek az konuşuyorsun be kanka! - Kankan batsın, ilgileniyormuş gibi mi yapaydım sana?

Somurtup durdun orada - Rakımın yanına ayranımı bekliyorum be anam, dur şimdi gelicem oraya

Hep siz yaptınız bu lakırdıları bana, ben de biraz sizin anatomik fotoğrafınızı çekeyim dedim oturduğum ve seyrettiğim yerden... Kusura bakmayın da, dışarıdan fena gözüküyorsunuz fenaaa.

Taksim: The Story of a Murderer

Geçen akşam yağmurlu o günde yürürken, sokakların hali nedeniyle Perfume: The Story of a Murderer filmi geldi aklıma. Filmde, Paris'te zamanın pazar yerini gösteriyorlar, gerçi çoğu eski zaman filminde bu böyledir, sokaklar çamur ve pislik içinde... Ayrıntılı bilgi için bknz: Cem Yılmaz - Vals dediğin Versailles sarayında boklara basmamak için icad edilmiş bir danstır en nihayetinde.

İşte Taksim'de bu çalışmalar başladığından beri aynen öyleyiz, içler acısı bir hali var Taksim'in. Sokaklar eğer biraz şanslıysak çamur ve balçık dolu, daha şanssız olduğumuz günlerde ise yağmurun yerini rüzgar ve güneşe bırakması ile birlikte çöldeki kum fırtınalarını andıran bir duman ve toz yoğunluğu nefes almamızı neredeyse imkansız hale getiriyor. Toza, çamura, balçığa bata çıka yürümekten bir giydiğimizi bir daha giyemez olduk. Otobüslerin yerlerinin değişmesi ise bu açık hava şantiyesi durumunu tamamlayan faktör oldu.

Tüm bu tantana bittiğinde gelenler işin kaymağını yiyecek yemesine; fakat çalışmaların başından sonuna dek mevzide bulunan bizlerin bu kahramanca mücadelesi çok az kişi tarafından hatırlanacak. Evet, artık kaykaylarımızı aylardır yattıkları tozlu bodrumlardan çıkarıp, araçlarla 5 santimetre mesafeyle yan yana yürüdüğümüz bu yollarda otobüslerin arkasına tutunarak seyahat etme zamanımız geldi de geçiyor bile. Doktor sensin doktor.

Şoklu Sakarlık

Takımları kolay bir pozisyonu kaçırınca İngilizlerin yaptığı ortak bir hareket vardır hani, çoğu kez fotoğraflanmıştır da bu an, fonda bütün tribün kafalarını ellerinin arasına alırlar aynı anda...

Bizim peder bey biraz sakardır, yakın aile içinde hafiften komedi vesilesi de olur. Ne bileyim işte çay dökmeler, ağızdan ekmek düşürmeler filan. Çok da sık yapmaz gerçi... Geçenlerde fark ettim ki bende de başlamış, tesadüf olamayacak sayılara çıktı vukuatlarım. Bizzat yaşayınca komik olmuyormuş lan cidden.

Fıstığı dök, yoğurdu damlat, sürahinin kapağını düşür filan derken pazar sabahı hafif mahmur şekilde altın vuruş geldi; hoparlörün kablosunu fark etmeyip basarak bilgisayarı yere düşürdüm. Öyle böyle de düşürmedim, takla/burgu/parande her şey var;  tıpkı İngilizler gibi başımı ellerimin arasına alıp kalakaldım, yandık dedim, çalışmaz bu bir daha... Monitör ile bilgisayarın kendi hoparlörünün birleştiği yer çatlamış, ucuz kurtardık desem yeridir. Uçurumdan atsam ancak bu kadar sert düşebilirdi çünkü: Önce tabureye çarptı, sonra ters dönüp yere kapaklandı, gerçekten acı bir sahneydi.

Meğer kafamızda o kadar fazla değer yüklemişiz ki bu makinelere, o kadar fazla kişisel şeylerle doldurmuşuz ki içlerini, bir an için ne yapacağımı şaşırdım... İyi değil bu.

Süregelen Takıntılar 3

* Sene sonu yaklaşınca koca koca şirketlerin birbirlerinden türlü yapmacık şirinliklerle bedelsiz hediyeler istemeye başlaması enteresandır... Antilopların göçü gibi de kaçınılmazdır hani öte yandan. Geçenlerde öyle bir mail almıştım ki, duramadık güldük. Noel Baba'mıyız lan biz?

* Şimdi hani böyle beynine gerekli ayarı verip, acıya dayanıklı hale gelen insanlar var ya... Şiş-miş sokuyorlar kendilerine, bana mısın demiyor. Hah o hesap insan kendi kendini stres moduna da sokabiliyor; ve bu, acı olayının tersine hemen hemen herkeste bulunabilen bir şey sanırım. Bende biraz daha mı fazla, emin olamıyorum.

* Cumartesilerden birinde işten çıktım, alışveriş merkezinin tekinde ufak bir işim var, oraya gideceğim. Metroya bindim, nerede ineceğimi biliyorum yani... Girdim metroya ve ilk durak avantajı ile oturdum, oturduğum yerde 10 dakika boyunca kafamda Levent mi, 4. Levent mi? sorusu dolandı durdu. Dolandı ve resmen kitledim kendimi, o anlarda dışarıdan nasıl görünüyordum acaba... Sonuç ne oldu? Cevabını bildiğin soruyu yanlış işaretlemek gibi, tuttum 4. Levent'te indim; ardından, kafana sıçayım kafana nidaları eşliğinde geriye Levent'e doğru 15 dakika yürüdüm. Dondum bir de, fena soğuktu.

* El yakan bir mağazadan, huylu cildimi kaşındırmıyor oluşunun güzelliğine kanaraktan, pahalı olması nedeniyle 2-3 ayda bir almak suretiyle de dengeleyerekten 1-2 parça bir şey alıyorum, termal fanila başta olmak üzere... İş dediğim buydu yani. Gittim aldım, kasaya yöneldim, köşede koyu renkli bir sivitşört dikkatimi çekti, onu da alayım dedim. Sivitşört hani, giyiyorsun montun altına ve çıkıyorsun. Eve geldim ki, faturada ... pijama yazıyor. Evet, durak mevzuusundan sonra bir de dışarıda giyilecek kıyafet sanarak tutup pijama üstü almışız. Rahat ama köftehor.

9 Mart 2013 Cumartesi

Curbed My Enthusiasm

Yemekten geldim, tedarikçi bir firmamızın yetkilisi bir kadın ziyarete gelmiş, bizim arkadaşlarla konuşuyorlar.

Ben, sonradan katılan kişi olarak hoş geldiniz dedim ve elini sıktım, sonra masama geçip oturdum. Oturduktan sonra da yemekten gelmeme istinaden çekmecemden ıslak mendil çıkartıp ellerimi sildim böyle güzelce... O anda kadınla göz göze geldik, sanki onunla el sıkışmaktan iğrendiğim için ellerimi hiç vakit kaybetmeden çabucak silmişim gibi bir durum oldu, o şekil baktı bana. O nasıl bir bakış tanımlaması dendiğini duyar gibi olsam da, o andaki elektrik bu yönde cereyan etti. Vaymınako.

Evet, Curb Your Enthusiasm yazar kadrosuna adayım.

Süregelen Takıntılar 2

* Bu sinek-böcek görünce kaşınmaya başlama huyu ne olacak bilemedim. Salı akşamı eve dönüşte otobüse şu uzun bacaklı büyük sivrisineklerden girdi, bir tek ben gördüm, kimse farkında değil. Saniyesinde kaşıntı geldi, akabinde de terleme ve -muhtemelen- kızarıklık. Tiksinti midir, tik midir anlamıyorum. Bunun familyasına sövdükten sonra evde duşa kabinin içinde geldi tatarcığın teki dizimin arkasından yedi. Kaşıntıyla bir kese rahmet daha aldılar benden...

* Askerlikten konu açıldı da anımsadım; koğuşta daha ilk gün hepimiz sudan çıkmış balık gibiyken, zıpçıktı karakterlinin teki hiç çekinmeden zart-zurt osurmuştu da, o seri osuruklar tüm koğuşun çabucak kaynaşmasını sağlamıştı. Aynı anda hepimiz bir süreliğine uzaklaşmıştık o malum moddan. Osuruk deyip geçmeyin yani, kimi zaman kıymetli.

* Mide bulandırıcı şeylerden gidiyoruz ama şunu da eklemeden edemedim, yılın başlarında nezleydim biraz; o haldeyken sabah toplantısının hemen öncesinde burundan çıkmayan sümük, Umut Sarıkaya'nın montla sıçma mutsuzluğuna rakip olabilir.

İstikrarlı Yanlış Algı

Ofisten içeri girdim, üç hatun gayet sessiz ve huzurlu bir şekilde çalışıyorlar.

Sıcaktan beynime güneş geçmiş, klimalı yere girince bir yavşama oldu bünyede inceden. Henüz bu tatlı yavşamışlığı üzerimden tam anlamıyla savamamıştım ki, buyrun içeri alalım sizi dediler toplantı odasını göstererek... Lakin o gösterilen yeri göremedim ve dosdoğru boş su damacanalarını yığdıkları ufak bölmeye doğru hareketlendim.

Ama ne hareketlenmek; tam bir andaval gibi yürüyorum. Mavi damacanaları gördüğümde yolun yarısındaydım ve durumu o an anladım; anladım anlamasına fakat artık çok geçti... Mavi rengi gözüme daha önce hiç bu kadar kötü gözükmemişti. Tam kendi kendime küfredip dönecekken, hanımkızımızdan o malum tebessüm eşliğinde 2. güzergah direktifi geldi, orası değil, bu taraftan lütfen...

Ah yerin dibine girdiğimiz o anlar, ah.

Dinle

Yahu hani bu bazı insanlar yaşlandıkça güzelleşiyor derler, hakikaten öyle. Bazen ntvmsnbc.com fotoğraf albümlerinde böyle derlemeler yapılıyor, evet bu tanıma uyan insanlar çıkıyor; ama fotoğrafta görmek videoda gördüğünüz zamanki kadar ikna edici olamayabiliyor çoğu zaman. Geçenlerde ağzımı açık bırakan görüntünün sahibi, Şebnem Paker oldu.

Şu Eurovision dalgasını gerçekten sevmiyorum; ama Ntv, Yakın Plan'ın bir bölümünü Eurovision'a ayırıp güzel bir yarı-belgesel yapmış... Bir nevi tarih yolculuğuna çıkardılar bizi, fark etmeden tümünü izledim. Röportaj yapılan kişilerden birisi de Şebnem Paker idi; Dublin'de düzenlenen 1997 Eurovision'da Dinle isimli şarkı ile 3. olmuştu kendisi.

Ta o zaman bile hoş hatun olduğunu düşünüyordum ama resmen daha da güzelleşmiş ve durulaşmış, maşallah dedim. İronik olan ise; aynı akşam durduk yerde emektar harici harddiski takıp, programı izlemeden 1 saat öncesine kadar eski fotoğraflara bakmış olmamdı. Kendi yıpranışımı ve yaşlanışımı adım adım bir kez daha o fotoğraflarda gördükten sonra Şebnem Paker çıktı karşıma; yalan yok, tuhaf bir his yarattı bende...

Şarkıyı da koyalım, tam olsun. Güzeldir, ben halen beğenirim bu şarkıyı.


3 Mart 2013 Pazar

Otobüsteki, Her Şeyi Bilen ve Her Şeye Karışan Amca

Yahu emekli asker misin, muvazzaf apartman yöneticisi misin, yoksa geçmişi dayak atışlarla dolu sınıf öğretmeni misin bilemedim... Yeter abicim, bu kadar ciddiye alınır mı lan işe gidiş ve eve dönüş yolunda olan biten? Yani, alınır da, bu kadar değil.

Sırada bekleyene, sanki öne geçtin se" diyerek karışır; otobüs şöförünü, bu durakta kısa durdun diyerek uyarır (şöförü dellendirdi az daha kaza yapıyorduk); balık istifi sıkışık otobüste ayakta duranlar düzgün duruyor mu diye enlem-boylam hesabı yapmaya hazır bir surat ifadesiyle her daim sağa ve sola bakınarak birine söyleyecek bir şey arar... Yordun bizi amca, git kendine bir araba al sen de rahat et biz de rahat edelim. Yoksa otobüs ahalisi olarak biz toplayıp alacağız sana bir araba.

Başka bir otobüs enstantanesine geçelim, bu defa rollerde gençler var. Orta kapının karşı tarafına yaslanmış gidiyorum, yanımda bir hatun, onun önünde de iki tane eleman... Kadın, biraz öne gitsene dedi çocuklardan birine. Çocuk rahatsızlık mı verdim gibisinden bakıp ne olduğunu anlamaya çalıştı, bu defa daha sert bir şekilde gitsene dedi kadın. Görüyorum, olan biten bir şey yok. Sonra hakaretler ederek arkaya doğru yürümeye başladı, çocuk da aynı cümlelerle cevap verdi, sonuna da, beğenmiyorsan inip taksiye bineceksin diye ekledi. Bir yandan da suçsuzluğunu seyahat kitlesine kanıtlamak için arkadaşına normalden daha yüksek sesle konuşuyor; ellesem içim yanmayacak, allahtan sen gördün.

Hakikaten tatsız durum. Yaptığın bir şey yok fakat işittiğin tek kelime o kalabalık içinde infial bile yaratabilir. Toplu taşımada dikkatli olmak lazım, hem kadın hem de erkek olarak.

İzmir

İzmir'i seviyorum. Böyle bir içim açılıyor oraya gittiğimde, hatta gideceğimi düşündüğümde bile. Aynı iç açılması sadece Kadıköy/Kalamış/Moda üçgeninde olur bende, bu İzmir'i ne kadar sevdiğimi anlatmaya yeter sanırım. Kendine has bir alt kültür oturtmuş, senelerdir ne yatırım ne de ilgi görmüş olmasına rağmen güzelliğini ve duruşunu tüm boyutlarıyla koruyan bir şehir benim gözümde. Kokoreç'in adam gibi yapıldığı, tüm yemeklerin lezzetli olduğu, esnafının istisnasız güler yüzlü takıldığı şehre selam yollanmaz da ne yapılır arkadaş?

2 Mart 2013 Cumartesi

Süregelen Takıntılar

* Yaza yaklaştığımız şu günlerde, yaklaşık 10 senedir yaşadığım güneş gözlüğü sorunu yine üst seviyelere çıktı. Ne fiyatını, ne şeklini, ne de yüzüme oturuşunu beğenebiliyorum; ama çizik içindeki emektarı değiştirmem gerektiği de yadsınamaz gerçek olarak bir köşede duruyor.

* Yol ve otobüs hattı sorma olayının tipsel bir kriteri mi var bilmiyorum fakat kulağımda kulaklık varken bile o kadar kalabalığın içinden gelip bana sormaları çok garip: Adres, otobüs hattı, mekan... Bir gün tüm o birikimin güdümünde Harbiye soranı Halkalı'ya yollayacağım ama dur bakalım.


* Kate Upton denen hatun ziyadesiyle merakımı cezbetti. Hiç ismini duymamıştım bir kaç ay öncesine kadar. Bir reklam videosu gördüm; izlerken bak dedim, ben de biber yerken böyle boncuk boncuk terlerim, daha videonun hemen başında ortak bir noktamız çıktı... Sonra gördüm ki hatun 92'liymiş. Gittim yüzümü yıkadım; Edward Norton'ın 25th Hour'da ayna karşısında yaptığı içsel hesaplaşma tribine girdim.


Yoruldunuz mu? Durun en güzeline geldik.

  • Bu bir eksküyz değil
  • Şu işi puş edelim
  • Orada taymingimizi iyi ayarlayamadık
  • Çek edip hemen size dönüyorum
  • Kendimizi pul ettik 
Şu ağızlar bana kafayı yedirtmezse kolay kolay aklıma bir şey olmaz. Bir insanın beynini bu kadar mı kemirir bir konuşma tarzı... Ve herkes böyle konuşuyor! Statü takıntısı mı, yabancı terminoloji ile harmanlanmışım bakın a dostlar hezeyanı mı?.. Ben de yabancı kelimeler kullanıyorumdur, orası ayrı. Terminoloji dedim, Türkçe değil elbette. Derdim %100 doğru şekilde Türkçe konuşulması/yazılması da değil esasında, artık bu kadar ayrıntı için zamanı yok kimsenin. Ama tarzanca konuşmayın arkadaş, yemin ediyorum hayattan bezdirip yaşama sevincimi söküp aldınız. Müzik veya spor konuşursun, ne bileyim başka bir konuda teknik bir terim kullanırsın eyvallah... Ama şu yukarıdakileri kulaklarımla duydum ve beni deli ediyorlar.

* Fazla ayrıntılı düşünmek, gereğinden fazla empati yapmak sizi sinir hastası eder, başka da bir boka yaramaz, artık buna inanıyorum. İnsanların rahatlığını kıskanıyorum. Ara sıra ofis bilgisayarında bunalıp da bir müzik açmışken, ulan kısık dinleyeyim, illa ki sevmeyeni vardır, rahatsız etmeyeyim diye düşünen kafamı ayıplıyorum bu vesile ile... Millet nefis bir kıvamda, açıyor bangır bangır sevdiği müziği. Artık karşılığını en sertleri ile vereceğim ben de: Tez zamanda dayıyorum Laaz Rockit'ten Fire in the Hole'u.

Oh be, bu herifin canı dayak istermiş meğer.