1 Aralık 2015 Salı

Özüne Dönmeye Dair

Geceler gündüze, gündüzler geceye döndü yine. Ruhunu paraya satanların katıksız ve dürüst karaktersizliğine gıpta ettiğim o girdaptayım. Ne benden kötülerini, ne de onların durumunda ne yapacağımı düşünmediğim bencilliğimle güneşliklerimi çekiyorum, umarsızca devam eden hayatın üzerine.

Duymak istemiyorum kimseyi, paylaşmak istemiyorum kimseyle. Haksızlık olarak gördüklerim realiteymiş, bundan ötesi para etmiyor zihnimde. Para dedim de, aklıma geldi... Bu dünyada ne büyük ihtiyaç, ne ulu bir kahpelikmiş o. En büyük heybeti ise, olmadığı zamanda sana verdiği sıkıntıda değil; bildiğin yönlerini sana defaatle kanıtlamasında bence.

Yoksun sen, verecek paran olmadığı için planlara ortak olamadığında. Yoksun, rakı masasına 100 lira koyamadığında. Sevgili, arkadaş, dost, abi; değilsin hiç biri, sana saygı duyulacak etkileşimlere çıkış yolun olan şeyin cebinde yarattığı tek olgu boşluksa. Ruhunu dinlendir şimdi, kendine bahaneler uydur. Tiyatro oyna evde, seni sevenler kafanda raks eden realiteyi göremesin diye.

İyi olmaktan, iyi olduğumu düşünmekten, çabalamaktan, bugüne kadar içine sokulduğum tüm o "ilahi" ve "manevi" betimlemelerden sıkıldım. Hayırsız, bencil, alçak ve menfaatçi olmak istiyorum. Belki de haklıydı tarih boyunca bunca insan? Belki bir bildikleri vardı bizim göremediğimiz? Belki de "çoğunluk" yegane gerekliliktir haklılık için?

Bu alçaklık sıradan olmamalı... Öyle güzel gelişmeli ki, hak edilmiş ve kültürle bezeli bir zerafete sahip olmalı. Evet, artık tüm benliğim pijamalarımın içindeki aldırmayan adamla geleceğe dair umut kaygısı yaşayan ergenin arasındaki çift kale maçta yaşayacak. Bir tümör, bir sülük: Bambaşka anıların, bambaşka hatıraların getirisi olacağım yeni alınmış maaşlarınızla kurduğunuz sohbet masalarınızda.

Sahi, acılar ve hayaller içinde son nefesini vermeden kaç gün önce kurmuştu o cümleyi?

"Kariyer denen şey bir 20. yüzyıl icadı; ve ben onu istemiyorum"

...peki ya o seni istiyorsa?

5 Ağustos 2015 Çarşamba

Matematik

Ne çektim allahın cezası dersten be. 

Gerçekten büyük bir korkulu rüya, büyük bir ızdıraptı benim için. Bu anlayamama, bu uyuşamama hali yüzünden olduğunu varsayıyorum; matematik öğretmenlerini de kötü insanlar olarak belledim hep. Halbuki ne alakası var? İnsan görevini yapıyor orada... Ama işte o an Darth Vader ile el ele vermiş sana karşı komplo kuruyormuş gibi hissediyorsun, engel olamıyorsun kendine. Bazısına belki kötü davrandım, aramız pek iyi olmadı kimisiyle.

Hani bu Pisagor filan kendi yöntemini bulmuş ya... Ha ben de bulmuştum işte. C sınıfının ineklerinden birisini kuytuda sıkıştırıp kağıdımın fotokopisini göstererek, "N... nası çözdünüz bunu acaba?" cümlesini işitmişliğimiz vardır arkadaşlarla. Halbuki ortada çözülmüş bir şey yoktu, önümde çözülmek üzere bekleyen harf ve rakamlardan çeşitli kombinasyonlar dizip yerleştiriyordum, üzerinde bir şeyler yapılmış izlenimi oluyordu ilk bakışta kağıtlarımda. Efsaneydim ya. 

Bak yalan söylemiyorum, işin bu eğlence kısmı hoşuma gitmişti ama öte yandan şu da vardı ki; aynı zamanda yapacak başka bir şeyim olmadığı için bunu yapıyordum... Yani ya boş kağıt verecektim ya da bunu yapacaktım. Genelde bunu yaptım. İllüzyondu bir nevi.

Bir tane matematik öğretmenim gerçekten çok iyi bir kadındı. Onu da bu tufaya düşürdüğüm için, bir şeyler yaptığımı sanarak kağıda anlam vermeye çalışması suretiyle zamanını harcadığım için pişmanlık duymuştum sonradan. Fakat amacım bu değildi işte... Şu iyi niyete bakar mısın kadındaki? Kapasitesi sıfır olan bir çocuk için ne kutsal bir çaba.

Bir tanesi gerçekten seksi bir kızdı, tüm erkekler hastaydı ama dersinde susmuyorlardı. Gençti, üzüldüğünü görüyordum, konuşanlara katılmamaya başladım bu yüzden bir süre sonra. Günün birinde sınıfa doğru benim hakkımda dedi ki, dikkat edişine çok şaşırmıştım çünkü öylesine alelade bir alışkanlıktı benim için bu, "belki derse karşı yeteneği yok ama kesinlikle bir tarzı var: Her sınav kağıdına isim ve soyismini tükenmez kalemle yazar o"

Neredeyse aşık olacaktım çünkü bir Matematikçi olarak bu kadar detaya indiğini gördüğüm ilk insandı. Çok şaşırmıştım ya, bak yine tüylerim diken diken oldu şimdi. Yüzeyseldi hep matematikçiler, o ise tokat gibi çarpmıştı suratıma bunu. Belki gülünç geliyor; ama bu, dizinin veya filmin tekinde beklemediğin anda gelip seni normalden daha çok güldüren bir espri gibi. Hiç beklemiyordum, farkında bile değildim ama o bunu yakalamıştı. Harbi etkilenmiştim.

Seneler sonra, anlayamadığım yabancı bir alfabe olduğu tanısını koydum. Koydum ama çok geçti... Ha, vaktinde koyulmuş olsa bu teşhis, faydası olacak mıydı? Yok, hiç sanmam. Gerçekten az saklanmaya çalışmadım sıralarda, önümde oturanların kafalarının ardında. Tahtada çaresizce beklediğim, içimden "ya mahallede baş harflerinden JAYJAYOKOCHA olan beste yazdılar geçen, bunun yerine onu girsem fitlemez miyiz ki" diye geçirdiğim çok olmuştur benim.

Ama çok şerefsizleri de vardı ha. Çözemeyeni salak belleyen, hayatı bundan ibaret sayan, götünü tavandan aşağı indiremeyen, kendilerini rakamların haricinde iki satırla ifade etmekten aciz, dünyanın en yüzeysel insanları olarak matematikçiler... Neyse onlara çok takılıp havamızı bozmayalım. Ben onları çok iyi tanırım, onlar da beni gayet iyi tanır diyerek bırakalım.

28 Temmuz 2015 Salı

Süregelen Takıntılar 8

* Dün bir kez daha fark ettim; şöför refleksi yürüyüşümüze işlemiş. İş yerinde koridora çıkıyorum mesela, yürüyeceğim yöne doğru yürümeye başlamadan önce ters istikameti kontrol ederken buluyorum kendimi. Sanki kavşaktan yola çıkıyormuş gibi... Karşı departmandan filan gören olursa kesin tikli bu çocuk diyordur. Aynısı eve giderken merdiven arası olan bir yer var, orada da oluyor. Merdiveni bitirip kapıya doğru giderken sola bakış atıp öyle devam ediyorum yürümeye, sanki otoyoldayız. Kafayı çevirdikten hemen sonra geliyor aklıma, "yine yaptın mk" diye.

* Hayatımızın süregelen dram ve takıntıları arasında belki 1 numara değil ama kesinlikle en kralıyla kapışabilecek kapasiteye sahip bir olay: Lastikler ve bağcıklar. En son ne zaman ucundaki plastiği kopmuş bir bağcığı ayakkabı deliğinden geçirmeye uğraştınız, veya ne zaman eşofmanınızın içine kaçan bel lastiğini oturup "senimnakoduuuum" nameleri eşliğinde alnınız boncuk boncuk terlemişken çekmeye çalıştınız bilmiyorum; lakin çok kısa süre önce ben ikisini birden yaptım. Lanet gitsin yaa... Hayır günlük hayatımda giymeyi bu kadar sevdiğim spor ayakkabı/eşofman ikilisinin bana mütemadiyen bu kadar puştça puştluklar çıkarması gerçekten beni çok üzülüyor. Seviyorum olum ben sizi; ama kumaş pantolon piçi kadar bile kibar ve anlayışlı değilsiniz bana karşı. Gördüğünüz gibi yine kaçan kovalanıyor, kıyafette bile.

* Ofiste mesafe olarak yakın çalıştığım abilerden biri dün itibariyle yıllık izinden döndü. Maalesef çok geçmeden fark ettim ki, kendisi tatilde bıyık bırakmak gibi ziyadesiyle talihsiz bir kararın altına imza atmış. Çok geçmeden makaralar başlar derken, tam da kafamda dönmekte olan nitelemeyi kendisinin önüne oturan bir arkadaşı şakkadanak diye yapıştırdı: Bu ne olum, eski pornoculara dönmüşsün. Akabinde bende müthiş bir rahatlama, artık pot kırma riskimin ortadan kalkmasıyla birlikte hayata daha şen bir bakış haleti ruhiyesi.

* Aynı abi, tatilini geçirdiği baba evi Elazığ taraflarında aşırı sıcaklardan dolayı daha önce hiç görmedikleri tarzda yılanlar gördüklerini filan anlattı. Bunun akabinde bana bir rahatlama daha geldi; çünkü ben de daha önce hiç görmediğim tarzda bir tatarcık istilası ile uğraşıyorum şu sıralar. Ulan açıkta yemek bırakmam, çer-çöp bırakmam, kafayı yedim bunlar neye geliyor olabilir diye... Sanırım cevap sıcak olsa gerek. Afedersiniz orspuçocukları her yerde. İlk fark ettiğim an 25-30 tane saydım. Normalde zifiri karanlıkta yatan biri olarak, tek yerde toplansınlar diye holün ışığını açıp öyle yatıyorum iki gecedir. Isırık mısırık yok ama psikolojik kaşınma durumu oluyor. Yine de halime şükretmeye çalışıyorum zira tatarcık biraz aptal bir sinek; mesela bu mevcutta sivrisinekler deplasman yapmış olsalardı beni de evi de tam manasıyla esir alırlardı.

21 Temmuz 2015 Salı

Güneşi Batan İmparatorluğum

Şimdi sırada bir hikaye var. Bir şöhret ve çöküş hikayesi. 

Kendi yarattığım bir canavarla baş etmeye çalıştığım günlerdeyim şu sıralar. 


Yazları bu işin en tepe noktası elbet. Mevzu bahis iş şu ki; aile bireyleri birbirine sürpriz ziyaret yapıyor. Bu canavarı bizzat ben yarattım, zira bizim kırolar sürpriz mi bilirdi allasen? 


Bir 2003 günü başladı her şey: İstanbul'dan çıkıp habersiz şekilde bizimkilerin kapısına dayandım, olayın temeli bu. Sonra ilerleyen yıllarda bir kaç kez daha mutlak başarı ile bu işlemi tekrarladım; fakat sevdiklerimi mutlu etmekten aldığım keyifle tam olarak ne çapta bir şeyin tohumlarını atmakta olduğumdan habersizdim. 


Benim bu aksiyonlarım elbette çekirdek aile içinde kal(a)mayacak, her daim gurur duymakta olduğu oğlunun üst üste gelen bu gizli ve başarılı operasyonlarının namını telefonda tüm sülaleye yayan annem sayesinde kitlesel bir harekete dönüşecekti.


Bu esnada benim farkında olmadığım hatalı hamlelerim de sürüyordu elbette.


Orta Direk Şaban'daki Erkan misali, bireysel dallardaki gurur abidesi madalyalarımı takım sporlarında da elde etmeye karar verdiğimde, bu gaye ile teyzemleri de işin içine katarak tertiplediğim 5 kişilik teşko, namımı yalnızca anne tarafında bilinen bir boyuttan çıkarmış; önce baba tarafı, sonra da en fenası komşulara yayılmak suretiyle adımı adeta tarihe altın harflerle kazınan bir efsane haline getirmişti. 

Evet; tüm bu başarı ve ilgi tatlı gelmiş, ardı arkası kesilmeyen övgülerle adeta manevi bir sarhoşluk yaşar olmuştum. Ailesini her daim ön planda tutan, hayırlı, fedakar, genç, dinamik, saçlı bir birey olarak altın dönemimi yaşıyordum.


Komşulara dahi yayılan namımı, annesinden mutlak destek göreceğime olan sarsılmaz inancımla birlikte yan blokta oturan Ece'yi tavlamak için kullanmaya karar verdiğim günlerde, ihtimalinin aklımın ucundan dahi geçmediği, değişimin başlangıcı olan o elim haberi aldım: 


Sabahat yengemler annemlere sürpriz yapacaktı ve bunu sır olarak saklamamı istiyorlardı.


Canım biraz sıkılmış fakat paniklememiştim. Soğukkanlılığımı korumuş, hatta neredeyse o an müthiş dahiyane gözüken bir fikir sonucu 
ters psikoloji yönlendirmesi olur diye "iyi düşünmüşsünüz yenge, gerçi çok sıcak bunalırsınız ama annemler de sevinir şimdi" demeye getirmiştim. 

Sabahat yengemlerle başlamaya yüz tutan bu furyayı usta manevralarla savuşturma konusunda içten içe kendimi gazlarken, oluşan o nalet enerjinin önünde duramayacağım kadar kuvvetli olduğunu anlamam çok sürmedi. Büyük halalar, büyük teyzeler ve dayımlar; hepsi birleşerek bir kaç ay içinde ortalığı telaş anlamında New York borsasına çevirdiler. 

Seneler seneleri kovalamıştı ve ben artık çaresizliğin eşiğindeydim... Tüm ihtişamıyla tek başına sahip olduğum saltanatım temellerinden sarsılıyordu.


Ne yapacağımı şaşırmış halde, son bir umut olarak salağı oynamaya, "bizim oğlan da çok yoğun bu aralar, yorulup erken yatıyo" vurgulamasını zihinlerde oturtmaya çalışarak ağzımdan salya akıtıp uyuyakalma ayakları çekmeye başladım; ama sonuç hüsrandı. 


Beni, farkına bile varmadan "sülalede ağzını tutabilen tek kişi" olduğumu söyleyerek takımın belkemiği ve tüm bu organizasyonların merkezi olarak ilan etmişler; böylece bu görev bildirimini de yine beni allayıp pullayarak yapmış ve bana hareket alanı bırakmamışlardı.

Artık neredeyse 2 ayda bir yenisini saklamakla yükümlü olduğum "aile içi seyahat sürprizleri silsilesinin" başlangıcı böyle oldu a dostlar. 


Odamın bir duvarında, polisiye dizilerde şehirler arası ip çektikleri ABD haritası misali, boydan boya sülale mensuplarının fotoğraflarının ve ikamet adreslerinin olduğu bir haritam var. Düğmeye basılıp yeni plan bildiğimi geldiğinde hemen koordinatları buluyor, şahısları eşleştiriyor ve ağzımdan laf almak için potansiyel tehlike oluşturan aile büyüklerini tespit ederek bu kutsal görevi yerine getirmeye çalışıyorum.


Şu anda elimdeki aktif listeden üstünkörü bir paylaşım yaparak, alayınızı... sevgi ve saygıyla selamlıyorum.


Temmuz sonu, 2 pax, Frankfurt-Antalya, kuzenler

Eylül 3. haftası, 1 pax, İstanbul-Frankfurt, kardeşim
Ağustos ayı içi, 1 pax, Antalya-İstanbul, eniştem

14 Mayıs 2015 Perşembe

"Fade to Black"

Bölüm I: Zarifçe Sıyrılıp Yoluna Bakanlar

Diyelim ki;

"O ortamda bulunmamalıyım, çocuğumun sağlığı için iyi değil" demişti durum ilk olarak ağırlaştığı sıralarda. Anneydi, en ince duyguların insanıydı elbette. Başlarda, bu söylediğinin kısmi veya anlık bir düşünce olduğunu düşünerek hak vermeye çalışmıştım ona. İçinde bir tutam dürüstlük ve açıklık mı var ne?..

Aylar sonra, daha hayatının yarısındaki bir insan yumruk yemiş gibi serilmişti yere; ama yine yoktu ortalarda. Gerekçesi belliydi. Ne ihtimaller vardı ki, aslında yok saydığımız, insan bunu yapmaz diye düşündüğümüz... Belki de bizi şekillendiren olgulardı onlar.



Bölüm II: Anılardan Akılda Kalanlar

Diyelim ki;

Tabir-i caizse, "Karagöz-vari bir hisse" ile hatırlardım onu en çok... Kadın-erkek iskeleleri ayrı olan yazlık bir sitede, üzerindeki slip mayo ile erkekler iskelesinden denize girmek üzereyken, yandan "burada böyle denize giremezsin" diyenlere, "nasıl yani? çıkarıp da mı gireceğiz?" demiş ve olayı o saniye kapatmıştı.

Aslında her erkek çocuğu için çok önemli sayılabilecek türden bir anımız daha vardı: Bana bir aracın direksiyonunu teslim eden ilk insandı. Sürekli arabayı kullanışını izlememe dayanamayıp, "gel ülen" demiş ve kucağına almıştı beni, bir süre ben sallamıştım direksiyonu Balıkesir sokaklarında... 10 yaşında yoktum bile.



Bölüm III: O Asil İstek

Diyelim ki;

Fenalaşmış B.'nin annesi, doğal olarak. O kadar da temiz, iyi insandır ki... Hani senelerce pek az görürsün ama iyi niyetini hep hissedersin... Na öyle. Uzun süre sakladılar oğlunun durumunun ne kadar ciddi olduğunu ondan. Hep öyle yapmaz mı zaten bizimkiler? Fakat Azrail kapıyı çalınca ne fayda?..

Bizimki, gelmiş ve helallik istemiş anneden. Kültürümüzdeki "helalleşme" olgusunu, biraz Hristiyanların günah çıkarma mevzusuna benzetmişimdir ben: Bir o kadar önemli, bir o kadar topyekün, bir o kadar temizleyici. İnsanın 60 saniye veya 60 yıl boyunca yediği her bokun 1 saliselik o sürede temizlenebileceğine olan inancı ne enteresan, öyle değil mi?

Rivayet o olsun ki, verilmemiş o helallik, anne tarafından.



Bölüm IV: İki Kuzen Olarak "Örnek" ve "Emsal"

Baktıklarımızla gördüklerimiz bir mi? Peki ya bize çağrıştırdıkları? Çocukluktan beri veya tam tersi son 1 haftadır şekillenmiş olan korkuları doğrultusunda mı algılar insan çoğu toplumsal olguyu? Bizim çıkarımlarımızın en büyük besin kaynağı korkularımız mı? Bir başkasının mutlulukla bağdaştırarak kendisine örnek alıp hedef belirlediği bir kurum; neden potansiyel ihanet, vefasızlık, hayal kırıklığı ve sömürü gibi duygularla özdeşleşerek emsal teşkil eder kimilerimize?



Bölüm V: Fade to Black

Ofisin olduğu sokakta, biri siyah biri de beyazımsı iki köpek var. Sabah ve akşamları sokaktan geçerken ara sıra sever, hafiften de muhabbet ederim keratalarla. Bugün öğlen kendi halimde yürüyüş yaparken, saldırdılar bana.

Tam o esnada telefonla konuşuyor olduğum için şok ve panik seviyesi kendini normalden fazla gösterdi ve kendimi fark etmediğim bir şekilde bir anda yolda buldum. Araba gelip gelmediğine bakmadan yola atlamışım... Ani frenle duran arabanın sağ arka kapısına hafifçe çarpmamla ancak kendime gelebildim. Ucuz kurtardım... Tamam belki sosislerle-salamlarla beslememiştim ama sevgi göstermeyi de ihmal etmemiştim. Sonuç benim açımdan hüsran doluydu.

Daha sonra yürümeye devam ederken, panik hali geçtikten sonra hüzün kapladı içimi, bildiğiniz üzüldüm... Sokakta birisi, bir insan size saldırsa hissedeceğiniz duygu üzüntüden ziyade sinir olur. Muhtemelen siz de geri saldırır ve kavgaya tutuşursunuz. Ama bu köpekler... İnsanlardan yana umudunu kesmiş, teselliyi ve sevgiyi daha çok hayvanlarda arayan bu garip kulu çok üzdüler. Unutmak istesem de unutamayacağım bugünü. Onlar ise bunun bilincinde olamayacak bile.

Ardından B. geldi aklıma... Acaba eşinin yanında olmadığı, hayatının o son dakikalarında kendisi nasıl hissetmişti? Sevgi verdiği, birlikte yuva kurduğu bir insan bu zor zamanları onunla paylaşmayı reddettiğinde tepki bile göstermeyişinin pişmanlığı mı, yoksa kendi halinde beyhude bir beklentinin boşa çıkmasının hayal kırıklığı mı? Hangi hüzün daha kötü, hangisi daha baskın; kim bilir, kim aralarında bir tercih yapabilir...


Life, it seems will fade away
Drifting further every day
Getting lost within myself
Nothing matters, no one else

I have lost the will to live

Simply nothing more to give
There is nothing more for me
Need the end to set me free

Things are not what they used to be

Missing one inside of me
Deathly lost, this can't be real
Cannot stand this hell I feel

Emptiness is filling me

To the point of agony
Growing darkness taking dawn
I was me, but now he is gone

No one but me can save myself, but it's too late

Now I can't think, think why I should even try
Yesterday seems as though it never existed
Death greets me warm, now I will just say goodbye

Goodbye

20 Ocak 2015 Salı

Prestijli Hayatlar

Sırtımda çantam, elimde "fazla almayayım kararır" düşüncesinden hareketle, sallamasyon istatistiklere doğruluk süsü vermek için yazılagelen küsüratlı rakamlardan kopup gelmiş haliyle "762 gram" etiketli muz poşedi, tam iki reyon arasında durdum. 

Kendimden pek beklenmeyecek şekilde, kıyafetleri karmakarışık tıkıştırmamın etkisiyle şişip kütlesi genişlemiş olan sırt çantamın, reyonlar arasında yapacağım manevralarda bir yerlere çarparak ortalığı devirmesinden korktuğum için duraksamıştım ilk. "Akşam akşam rezalet çıkarma" sesi kafamda yankılanırken, duraksamamın ilk nedeni buydu kesinlikle... Sonra gözüm etiketlere takıldı, ah şu etiketler.

10+2'lisi (12'lisi değil) 15.99 lira, 14+2'lisi (16'lısı değil) 19.99 lira, 30+2'lisi (32'lisi değil) 25.99 lira... Evet; ne kadar alırsak alalım bize her halükarda kıyağını yaparak hediyesini esirgemeyen, kar marjı ve üretim maliyetleri arasında kurduğu kusursuz dengeyle tüketicinin dostu olduğunu bu cömert hediye politikası neticesinde en somut şekilde bize gösteren meşhur tuvalet kağıdı markalarından birinin etiketlerine bakıyordum. 

Aldığımız her pakette 2 tane hediye fikri muhteşem bir histi. Adeta, müdavimlik müessesesinin ayağımızı alıştırması sonucu uğrak yeri haline getirdiğimiz mekanlardan birinde, gecenin sonunda önümüze koyulan "yolluk" kıvamında bir şeydi bu sanki. Yani öyle olmalıydı... İşte size pazarlamanın ve üretimin sarsılmaz kuralı.

Kasada pratik hesaplar yapabilen, kasiyerin sorduğu pratik hesap sorularına doğru yanıt verebilen; ve hatta erken davranarak mevzu bahis sorular kasiyer tarafından sorulmadan evvel doğru denklemi kendi kafasında kurarak para alış-verişini kolaylaştıracak o meblayı uzatan insanları her zaman kıskandım... Olamadım öyle, sinir stres bastı ve bildiğimi de unuttum hep böyle anlarda. 

Altunizade'de 85 kişi okuduk biz 2. sınıfı... Ben mutluydum halimden; zira kalabalık baraj isteyen kalecilerin şahı oluyordum matematik derslerinde. Saçlarımızın olması gerekenden uzun olduğunu, jöleleyip arkaya tarayarak kamufle edebildiğimizi sandığımız salaklık anları gibi arkalara büzülüp, "şu sıra altı az daha geniş olsa da, içine girsem" diye düşündüğüm stresli dakikalardan ibaret oldu benim için hep matematik dersleri. Kaçınılmaz sona yakalandığımız anlar da oldu tabii: 4 kişinin yanından yavaş yavaş tahtaya kalkarken, tahtada yazan sorunun cevabını öğrenebilmek için gizli tekme ve çimdik ata ata, kara kuşak seviyesine yükseldim. Arkadaşlarımı kötülemiyorum ha! Çocuklar o kısıtlı anlarda söyleyebildiklerini söylerdi... Söylerdi de, ben anlamazdım yine.

İlkokulu başarıyla bitirmekten cesaret aldığımdan mıdır nedir; o hesapları yapabilmak istedim, denedim; fakat gelin görün ki alakasız şeyler çıktı ağzımdan hep. Doğru hesapladığımı sanıp, içimden "bu sefer oldu galiba len şerefsiz hehe" deyip, hafif de mutlulukla, kasiyere "1 lira verebilirim" dediğimde; "Neden 1 lira vereceksiniz?" doğrultusundaki bakışların ve hatta zaman zaman cümlelerin şaşmaz hedefi oldum hayatım boyunca.

Bu öyle yıkımları beraberinde getirdi ki, "harcamaları takip etme kolaylığı" gibi müthiş soylu bir bahaneyle, nakit para taşımayı bırakır oldum, her işimi banka kartına döktüm. Bir cumartesi günü kapıdaki sucu kardeşle karşılıklı kalakalışımız da bu kararımdan hemen sonrasına tekabül eder; fakat o ayrı bir yazının konusu... Evet, hayatımı kolaylaştıran bir kart vardı artık; ama şöyle bir sorun da mevcuttu ki, alemdeki tek kart benim hayatımı kolaylaştırmakta olan değildi.

30+2'li tuvalet kağıdı 25.99/Prestige kart sahiplerine yalnızca 22.99

Sağ üst köşedeki bandı gevşemiş olan A4 kağıdında gördüğümde pek de o kadar mühim saymadığım bu cümle, bize mütemadiyen hediye veren tüketici dostu üreticinin belirlediği bu müthiş armonik-psikolojik fiyat, kasada görevli arkadaşın sorusuyla daha da belirginleşmişti: "Prestige kartınız var mı?"

O andan itibaren yaklaşık 10 saniyelik süre boyunca, adeta Okmeydanı'nda bir ara sokakta değil de, Los Angeles'a bağlı Beverly Hills kazasında ediyorduk alışverişimizi. Kafamdaki siyah ve ucuz bereyle çevreme verdiğim balığa çıkacakmış izlenimi gitmiş, meç attırdığım sarı-siyah saçlarımın uçları kenarlarından gözükecek şekilde modaya uygun taktığım beremle kapıda bekleyen arabama atlayarak sekizbin devirde sahildeki partiye sürecekmiş kıvamına gelmiştim.

Neyse ki, durmadan dans halindeki bikinili parti kızlarının gelmeyeceğini çok geçmeden idrak edip, bir yandan da "Prestige harbiden ne güzel filmdi, haftasonu tekrar izler miyiz?" diye düşünerekten, kartımın olmadığını söyledim. Yoktu; çünkü sırf bedava diye 3 ayrı şehirden onlarca süpermarkete ait o kadar fazla kart çıkartmıştım ki, artık unutur ve kartlarına sahip olduğum yerlerden bile kartsız alışveriş edip yine aradaki farkı verir olmuştum.

Sizin anlayacağınız; son teknoloji olmasına rağmen ayağıma vuran kramponları çıkarmış ve yalınayak oynamaya başlamıştım. Yarayı her halükarda alacaksak, neden eziyet çektirenini seçelim?.. Kartım olmadığı için indirimsiz haliyle tutarı ödedim, kapının önüne çıktım ve ciğerlerime dolan oksijenle birlikte tüm düşüncelerimden sıyrıldım.

"Ulan acaba turşuyu yanda yeni açılan şu kahvaltıcıdan mı alaydım? Fucking government."