28 Şubat 2013 Perşembe

Pilav Yedim Taş Çıktı, Yoğurt Yedim Yaş Çıktı

Ayrılmak ya da ayrılmamak, işte bütün mesele bu... mu? Çevremde yaş anlamında büyük olan erkeklerin seneler içerisinde birer birer tabiri caizse nasıl hayvanlaştıklarını izlerken, kafamda cevabını aradığım soruların en kritiklerinden biriydi bu. Tüm o kritikliğine rağmen, beraberinde getireceği sorunları düşündüğümüzde her zaman pek de efektif bir çözüm olmadığını anlamamız fazla zaman almaz aslında. Düzenleri bozmak kolayken, kurmak zordur zira.

Fakat kurulmuş olan düzenlerin, ne yazık ki büyük çoğunlukla da biz erkekler tarafından, en basitinden zaman içerisinde, valizimi hazırladın mı?, terliklerim nerede? veya birebir şahit olduklarım arasında en fenası olduğunu düşündüğüm yarın ben ne giyeyim? seviyesine indirgendiğini görmek, olağan ve rutinleşmiş gidişatların içerisinde daha marjinal fikirleri irdeleme dürtümü tetikledi. İnsanda böyle bir dürtü olduğunu bile bilmezdim oysa önceleri. Ulan biz de mi böyle olacağız yoksa? kuşkusunun haricinde, daha doğrusu henüz ona kuşkulanacak vakti bile bulamadan, bu saydıklarımdan tiksinmeye başlıyor insan. Şansın varsa teker teker gelirler, bazen ise üst üste binip hepten kafayı yedirtirler adama.

Özellikle son zamanlarda sıkça kullandığımı fark ettiğim bir laf var: Alışmış, kudurmuştan beterdir. Ne de güzel özetliyor bazı şeyleri. Birer birer baktığımızda; bir yolculuğa çıkmadan önce kişinin kendi çantasını hazırlaması, duş aldıktan sonra dolabından yeni kıyafetler çıkartacakken ne giyeceğine kendisinin karar vermesi veya eve geldiğinde kimseye sormaksızın terliklerinin yerini bulabilmesi son derece normal ve olması gereken şeyler gibi gözüküyor. Ki öyle de zaten. Ama gelin görün ki, bir yastıkta kocama sloganının sponsorluğunda senelerin göz açıp kapayıncaya kadar geçtiği evlilik müessesesinde, bu son derece olağan şeyler, insanı bazı alışmışlıklar silsilesi oluşması sonucunda kudurtacak kıvama gelebiliyor. 


Arkadaşım, sana tahsis edilmiş bir beyin var kafatasının içinde, bunda mutabıkız öyle değil mi? O zaman neden kıyafetlerini değiştireceğin zaman eşine soruyorsun ne giymen gerektiğini? Hayır yani, bu soruşun bir fikir alış-verişi kıvamında olsa veya sen bizzat kendin renk körü olsan ve şunun üzerine şu gider mi gibisinden zarif bir yardım talebinde bulunmuş olsan tamam diyeceğim ama; öyle de yapmıyorsun ki. Donun hariç her giyeceğini münazaraya açtığını gördüm ben, görmez olaydım. Münazaraya açmak ne kelime, konuyu açıp kıyafetlerin çıkartılmasına ön ayak oldun adeta; böylesi kolayına geliyor çünkü. İnsanın kendi karar mekanizması içinde sonuca bağlayabileceği günlük temel yaşam hareketlerini bir başkasının kucağına atması ve normal olanın bu olduğuna alışması kadar acınası ve tiksinilesi bir şey var mı söyleyin bana?

Gelelim yolculuklardan önceki tantanalara... Mevsimlerden ve coğrafyadan az biraz haberdarsın; nereye, ne kadarlığına ve hangi mevsimde gittiğine de gayet hakimsin. O zaman yazın ortasında yapacağın Kemer seyahatinde çantanın içinde mayonun işi ne! Bak beni de deli ettin en sonunda. Dolaptan biraz iç çamaşırı, biraz evlik ve biraz da dışarıda giymelik kıyafet alıp, çantanın fermuarını açtıktan sonra içine koymak bu kadar mı zor? Jilet, şampuan ve diş fırçasına filan değinmedim bile bak! Jerry Seinfeld'in neredeyse her gittiği yerden bir diş fırçası almışlığı vardır, onu örnek vereceğim ama adamın kendisinden haberin yok ki icraatinden olsun. 


Sonra tabii bir de terlik mevzusu var. Mantık olarak, evden çıkarken televizyonun üzerinde filan bırakmış olamayacağına göre, belli bir yerde olması son derece muhtemel değil mi bu terliklerin? Her birine bir verici yerleştir demiyorum ve sen de zaten 30 senedir mimari özellikleri Quagmire'ın dairesi gibi fazlaca değişiklik gösteren evlerde yaşamıyorsun; nerede olabilir yani en kötü? Taş çatlasın 3-4 tane alternatif var; ara, bak ve bul!

Ben senelerce anlattım bunları. En yakın arkadaşlarım, kadınlara yalakalık yapma ulen cümleleriyle selamladılar beni. Alakası yok dedim, kaç tanesi inandı bilinmez. İleride sen de öyle olacaksıncı alayı. E tabii büyük konuşmak huyum değildir ama; öyle olacaksam da şimdiden yazıklar olsun bana. Bir de burada kusalım bakalım dolmuşluğumuzu, başka da bir şey yaptığım yok zaten. Ben yeni tanıştığım hatunlara anlatmıyorum ki bunları, hatun bağlamak için geliştirilmiş bir taktik olsun. Tamam son zamanlarda ilişki bazında pek istikrarlı değilim belki ama; muhabbetin içine evlilik hayatının 30 sene sonra alacağı halleri sokacak kadar da midesiz değilim.

30 sene sonraki haller değil belki ama; ortaokul veya lisedeyken 30 senedir evli değildi çoğumuzun ailesi. Hepsi de hayatta olmuyordu, ara sıra mevzu açıldığında hüzünlenenler bizi de hüzünlendiriyordu. O zamanlar ortamı o havadan kurtarmak için söylediğim fakat sonradan doğruluğuna da tanıklık ettiğim bir argümanım vardı; yanında olmaması kötü ama yanında olup da hiç bir şey yapmaması daha da kötü şeklinde. Demek istediğim; bir şeyi kökten dağıtmak her zaman çözüm olmasa da, sırf bir takım alışkanlıklar yüzünden bir tarafın sırtına yüklenen saçma yükler her geçen saniye artıyorsa, bazı şeylerin uzaması çok da mantıklı değildir. Erkek cinsinin genelde bu yükleri yükleyen taraf olduğuna tanıklık etmek her daim acı verici olmuştur benim için.

Grup Vitamin'e selam olsun... Çünkü; bir kız gördüm a-acayip, ablası tanıdık çıktı şeklinde başlayan maceraların alt yapıları, pilavın içindeki taş ile yoğurdun yapısındaki yaş gibi nedense...

Tükenmez Kalem ve Uzun Cümleler

Bir Ankaragücü deplasmanından önceki geceydi. Meteoroloji kendi çapında uyarısını yapmıştı yapmasına ama; yine de lodosun lodos kelimesinin hakkını bu denli verircesine patladığı bir günü daha yaşamamıştık neredeyse. Yaşadıksa da hatırlamıyorduk vallahi. Vücutlar enerjik, zihinler nispeten arızaya meyilli ve bünyeler de gaz olunca; Cem Yılmaz'ın potansiyel ışın kılıçlarını anlatırken kullandığı, madem teknolojiğim, neden esnemiyorum cümle kalıbından hareketle, madem hava lodos, neden dışarıda toplanmıyoruz deyip, yola çıkılacak sabahın gecesinde Moda'da toplanmaya karar vermiştik.

Pek de uzun sürmeyen, olum şu birayı köpürtmeden aç, yüzüme geliyo ve suratıma tükürüyosun lan yavaş konuş, duyuyorum ben seni muhabbetlerinden sonra anlamıştık ki; Moda Deniz Kulübü'nün yanındaki otoparkın denizle birleştiği yere vuran dalgalar, taa üst hizadaki apartmanların önüne mevzilenmiş banklara kadar geliyor ve bizim suratlarımızı da ıslatıyordu. Hadi ıslatıyordu demeyelim ama, nemli nemli yapıyordu. Şimdi mesafe için bir rakam verip abartmış olmayayım ama anlattığım yeri anlamış olanların hadi len, oha dediğini duyuyor gibi oluşum bana yetiyor da artıyor bile. Valla bak.

O gece kafalar kıyak olunca ülkeyi kurtarmaya yeltenecek modda değildik, o yüzden hatıralar geçidine doğru yöneldik. Kendimizi yönelmiş halde bulduk daha doğru bir ifadeyle. Hepimiz eskilerden konuşup kimi kişileri/kimi şeyleri hasretle ve kahkahayla anarken, kimi kişileri/kimi şeyleri ise tam tersi şekilde anıyorduk açıkçası. Bu kadar erken olarak bir araya gelişimizdeki gizli özne de tam olarak buydu zaten. Yani birbirini tanıyan ve beraber zaman geçirmekten hoşlanan insanlar biraz içip, biraz da beraberce zaman geçirmek mantığı ile bir araya geldiğinde; bu organizasyonların hemen hemen hepsinde ele alınan bir konudur geçmiş olaylar ve hayatlarımızdan bir dönem gelip-geçmiş insanlar. Güncel olaylar da bolca tartışılır belki ama; bu mücadelenin galibi -eğer ortada bir mücadele varsa- geçmiş zamandır çoğunlukla.

Ama o gece, aramızdan birisi fena halde takmıştı zamanın nasıl geçtiğine. Çok da hislenmek niyetinde olduğumuz bir an değildi ama durmadan anlatıyordu kenarda köşede kalmış anıları. O an içinde bulunduğumuz dakikaları bile bir hafta sonra tam anlamıyla hatırlayamayacağımız türünden filozofça çıkarımlarla denize karşı dikiliyordu elinde sigarasıyla. En masumane haliyle, koyuyor be abi... Ne bileyim, daha az mı uyusak ne? dediğinde attığımız kahkahalara bozulmasına izin vermeden markete gitme sırasının onda olduğunu hatırlatmıştık da, anca öyle kapanmıştı konu. Daha sonraları, eminim ki içten içe hepimiz tarafından zamanlı-zamansız düşünülmüştür bu. Bende yontula yontula, daha belirsiz, altyapısız ve uzun süreli hatıralara dayandı bu olay.

İlk okuldayken flütte öğretilen o aptal şarkıyı halen daha hatırlıyor olmam... Sahiden, seneler sonra elime flüt alsam neden halen çalabiliyorum o şarkıyı? Sonra, yine ufakken gecenin bir yarısı tüm evi ayağa dikip patates cipsi istiyorum diye haykırmam... Pezevenge bak, sanki alt kat imalathane. Yoğurtlu dolmanın çevresindeki kabakları yemeyi reddettiğim için halamın bana attığı o bakış... Belki haklıydı ama sevmiyordum ne yapayım. Çok sevdiğim ve çocuk kafayla evlenmesini asla istemediğim teyzeme, sen de evlendikten sonra hepten aptallaştın diye çıkışmam... Saf çocuk sevgisi ve onun getirdiği ilgi kıskançlığı işte. Ve hatta masanın üzerine filan kurulan şu eski tren oyunundan geri kalmamak için bağırsaklarımla girdiğim inatlaşmayı kaybedip altıma sıçtığım o gün... Evet evet, hepsini hatırlıyorum. Ama mesela ilk deplasmanımı hatırlamıyorum benim hayatımda önemli bir yer tuttuğu halde. Hayret.

Unutmadığım için mutlu olduğum önemsiz anlar da var ama. Ortaokulda, şimdi ismini hatırlayamadığım Edebiyat öğretmenimin sınav kağıtlarını incelemeye ayırdığımız bir derste bana, Sen bu işi nasıl yapıyorsun bilmiyorum ama hiç hoşuma gitmiyor. Tarz olarak uzun cümlelerden hiç hoşlanmam, normalde puan da kırarım. Ama maalesef seninkilerde puan kıracak bir aksaklık bulamadım şimdiye kadar... deyişi hayatımın en enteresan anlarından biridir mesela. Ben bir de o cümleleri sınav kağıdına tükenmez kalemle yazayım da, hepten ambale edeyim seni diye geçirmiştim kafamdan ama 2 saniye, yalnızca 2 saniye. Sonra pişman oldum, kadın bana dürüst davranıyordu çünkü.

O tükenmez kalem olayı da ilginçtir. Yaradan matematik özürlü yapmış beni, analitik düşünme yeteneğim de kısıtlı dolayısıyla. Bazen ani karar verilmesi gereken durumlarda hissediyorum, böyle tık diye bir şeyler gidiyor gerçekten. Hele mesela hızlı bir şekilde 8 kere 8!? diye sorsanız hınk diye öyle bir kilitlenirim ki, ağzımdan akan salyayı kontrol etme yetimden uzaklaşabilirim bir kaç saniyeliğine. Dolayısıyla hiç sevmezdim o dersi, öğretmeye çalışanlarla da pek yakınlığım olmadı zira. 


Ama bazıları sorunumun bana matematik öğretmeye çalışan kişilerle değil de, matematiğin kendisiyle olduğunu anlamadı vaktinde, şimdi bakınca üzülüyorum buna. Onlardan olmayan bir matematik öğretmenim, şimdi nereden açıldığını ve ne olduğunu hatırlamadığım bir konuda, ... ama senin bir tarzın var. Sınav kağıtlarına adını-soyadını ve numaranı her zaman tükenmez kalemle yazarsın demişti.

Kadın buna dikkat etmiş yani. Kendisi unutmuş mudur bilmiyorum ama, o sözü benim unutamadığım önemsiz anlar arasında kafaya oynuyor hala. 

Achieve by Unity

Geçen gün FM oynuyordum yine, 2008 olanını. Zaten bu aralar pek başka bir şey yaptığımı da söyleyemem. Bilgisayar donanımlarının başını alıp gidiş hızı dudak uçuklatıcı düzeyde olunca, kısmi teknoloji özürlü biri olarak maddi olayların da etkisiyle makineyi fazla güncel tutamıyorum tabii ki. Bunun sonucunda da yeni oyunlara geçiş sancılı olduğundan, bir kaç sene öncesinin oyunlarını tercih ettiğim oluyor, gayet dar olan oyun yelpazemde. 

Livorno ile olan mücadelemde ise kulübün kalibresine oranla hiç de azımsanmayacak başarılar elde ettim belki; ama sattığım bir oyuncudan gelen büyük meblada bir parayı kulübün gelirlerini arttırmak için stadı büyütmek amacıyla kullanmak istediğimde, ansızın karşıma çıkan il genel meclisi ile olan mücadelemde aynı başarıyı elde edemedim. Bunun sonucunda isyan bayrağını çekişim 8. sezonun sonuna denk geldi.


Yurtdışında sempati duyduğum kulüplerden bir diğeri olan West Ham United ile yeni bir oyun açtım akabinde. İsmi şimdilerde Carling Cup olan, fakat Villa'nın kalesini Oakes'ların; Chelsea'nin sol çizgisini ise Babayaro'ların savunduğu günlerin hatrına zihinlerimizdeki ismi her daim Lig Kupası olarak kalacak olan kupanın 2. tur kura çekiminde Yeovil Town ile kesişti yollarımız. Maç günü gelene kadar dikkatimi çeken hiç bir şey olmamıştı, fakat maç günü gelip çattığında ve takımın amblemini gördüğümde bana en saf halimle ne güzel lan dedirten o slogan ile karşılaştım ilk olarak. 


Liverpool'un You'll Never Walk Alone sloganı/şarkısı meşhurdur, ki bu sloganı ve şarkıyı çok seven arkadaşlar Garry&The Pacemakers'a ait olduğunu bilmez; sonra bir de nispeten daha az bilinen Everton'ın Nil Satis Nisi Optimum/Only the Best is Good Enough'ı vardır; fakat şu bana çok daha manidar geldi nedense. Menajerlik oyunu dünyasına adım atışım 97'ye kadar uzanır ama bunca zaman hiç görmemiştim demek ki. Görmüş olsam unutacağım bir şey değildi zira.
Yeovil, İngiltere'nin güneybatısında ufak bir şehir. Takım da 1895 gibi eski bir tarihte kurulmuş olmasına rağmen oldukça mütevazi... Bizim eski sisteme göre açıklayacak olursam; 2. lig ile 4. lig arasında gidip-geliyorlar. Topu topu 10.000 kişilik bir stadyumda oynuyorlar iç saha maçlarını... Ama armalarına işledikleri o slogan ve o sloganın temsil ettikleri hangi rakam veya sıfat ile açıklanabilir, işte buna bir cevabım yok. Sokaklarda şiddetin kol gezdiği şu günlerde... Çocuklarımızı okula gönderirken bile içimizde oluşan korkuların gölgesinde yaşadığımız şu hayatlarımızda... muhabbetlerine girmeyeceğim. Bunları yapacak ziyadesiyle insan var zaten. Ben yine en iyi bildiğim yoldan gidip hayvanlarda aramaya çalışacağım bazı şeylerin cevaplarını. 

Arkadaşım, Kasım'ın ortasında halen daha her gece sivrisinek kovaladığın memleketten bir skim olmaz; burada bırak hayatı, fare kapanı bile kurulmaz dediğinde çok gülmüştük, çok da geçmedi esasında üzerinden. O sıralarda ben de aynısını yaşıyordum her gece, oysa ki yaşam alanlarımıza en büyük ölçüde giren en tehditkâr hayvanın sivrisinek olduğuna kanaat getireli çok uzun yıllar olmuştu.


Altınoluk'ta cama takılı teldeki ufak delik sayesinde, daha sonraları yanına bile yaklaşılamayacağını idrak ettiğimiz rekor sayıda, tek odaya bir gecede 42 kere giriş yapmaları misali, benden ve daha milyonlarca insandan çokça küfür yerler belki ama; verdikleri tüm rahatsızlığa rağmen oldukça basit yaratıklardır ve hayata geldiklerinde yapmayı programlandıkları iki şeyi yaparlar mütemadiyen: Beslenmek ve çoğalmak. Buna, ışığı yakıp peşlerine düştüğümüzde saklanmalarından yola çıkarak, hayatta kalmak seçeneğini de ekleyebiliriz. Bir yerlerden gözüm ısırıyor bu üçünü ama... 


Aslında malum sloganımızın temsil ettiklerini özümseyebilmek amacıyla bakmak için ne kadar tutarlı birer örnek oldukları tartışılabilir ama zaman zaman zıtlıklardan da çok şey elde edilebilir. Zıtlık dediysem şöyle ki, bu malukatlarda bir birleşmişlik yoktur ve çoğunlukla tek başlarına hareket ederler. Ama bireysel işlevleri haricinde çevredeki her tür canlıya verdikleri/verebildikleri rahatsızlık bence ilgilenilmeye değerdir. Bak, geçen gün yine gencecik bir kız astı kendini, okuduğu üniversitenin yurt odasında. Velev ki bir başına bir sivrisineğin kaldırdığı gürültüyü kaldırabileydi, velev ki ideallerini daha yüksek sesli anlatabileydi... Belki halen daha hayatta olacaktı, kim bilir.


Aha, bu da o sivrisinek işte. Bunca yıllık düşmanlığı ve kini göz ardı edip bir helal olsun çeksem sana, duyamazsın ki biliyorum. Artık rahatsız olmamayı başarıp en mışılından uyumaya devam edeyim desem, yine anlamayacaksın ona yanıyorum. Onu bunu bırak da, sen yaradılışının gereğini bu kadar basit ve kusursuz şekilde yerine getirirken, tüm bu insanlara ne oluyor da eğitimsiz ve cahil diyerek kendimizi aralarından sıyırdığımız kısmı arabayı ormana çekip karanlık bir köşede kadının tekine tecavüz edip keserken, eğitimli sayılıp şehirlerin ve devletin yönetiminde olanlar pastadan Atatürk maketi filan çıkartıyor; asıl onu anlamıyorum.

Kartpostallar

Zamanında ne de tatlıydı değil mi onlar? Bu sefer yazının öznesini en başa çekiyorum, doluyum ona karşı zira... 

İkiye ayrılırdı bir kartpostal: Klişe en iyi dilek yazılarının yazılması için hazırlanmış nispeten boş bir arka taraf; ve bana göre asıl üzerinde düşünülmesi gereken bölge olan, iç acıcı bir manzaranın fotoğraflanmış halini yansıtan ön yüz. Tarafların farklı olması, temsil ettikleri şeyleri de kaçınılmaz olarak değişik kılardı. En iyi dileklerin yazıya döküldüğü o arka taraf son yıllarda misyonunu cep telefonu mesajlarına, ya da halen daha alışamadığım teknik ismiyle SMS'lere bıraktı. 
Yüzeyselliğinden nefret ettiğim için, için için iyi oldu dediğimi hatırlıyorum; ama ileri görüşlü bir insan olmadığımdan ileri gelse gerek, cep telefonu mesajlarının -pratikliklerinden ve işlevselliklerinden ayrı olarak- kartpostalların ne denli dramatik versiyonları haline geleceğini sezinleyememiştim. 

Kartpostal dediğimiz şey bir veya bir kaç kişiye gönderilirken; karşımızda bir anda, bayram gibi özel günleri tebrik etmek amacıyla bir kaç dakika içinde düzinelerce kişiye gönderilen kalıp cep telefonu mesajlarını bulduk. Vay benim dertli başım tümcesini ilk olarak ağzıma alışım da bu zamana denk gelir. Hele hele, beterin de beteri vardır sözünü haklı çıkarırcasına, aynı gün içerisinde aynı mesajı birden fazla kişinin göndermesi durumu vardır ki; bu durumdan daha fazla bahsetmeme yine penceremden gördüğüm kara bulutlar mani oluyor.

Esasında, kartpostal ile iletilen dileklerin yerini cep telefonu mesajlarına bırakmış oluşuyla ilgili tutulmuş bir istatistiğe filan göz atmadım, ya da öyle bir istatistik var mı onu da bilmiyorum; ama sanmıyorum ki kartpostal da zamanında mektubun başına gelen terkedilmişlikten payını fazlasıyla almamış olsun. Ama eski güzel günler geyiği yapmak değil amacım, tam tersine kartpostalların ne denli hain şeyler olduklarından bahsedebilmek iki kelamda. Bu bağlamda, kafama asıl taktığım yerin ön yüz olduğunu söylemem gerekiyor. Tatil köylerinin marketlerinde de hemen girişin oraya dizilirdi bu meretler. Gerçekten hepsinde de güzel bir yer fotoğraflanmış olurdu, en popülerleri de şehrin kaleden görünüşünü yansıtanlarıydı. 


Aslında senelerce, insanlar birbirlerine bu kartpostalları gönderirken, biri de çıkıp bana önünde görmek istemeyeceğim bir manzara olan bir kartpostal gönderse ne kadar dürüstçe olacağını düşündüm; çünkü Jerry Seinfeld'den herkesin birbirine tamamiyle dürüst olduğu bir dünya düşünün: - seninle arkadaşlık yapmak istemiyorum - sorun değil, zaten senin de nefesin kokuyor bağlamında bir paragraf dinlemiştim. Etkilenmişim besbelli.

Şehrin kaleden görünüşü... Asıl taktığım manzara buydu işte. İnsanların önlerine gelen her şey konusunda ahkam kesmeyi ne kadar da sevdiklerinin, daha doğrusu ahkam kesmek için kendilerine ne kadar malumatın yeterli olacağını düşündüklerinin güzel bir yansımasıydı bana göre. Sırf o manzaraya bakarak bir yerin ne kadar güzel olduğunu söyleyenler gördüm, görmez olaydım. Yoğurdun kaymağı misali yüzeysel bakışlar atar o manzaralar, koca koca şehirlere... Sadece mutlu anları düşünmeye iterler insanı, oysa ki hiç de öyle değildir işin aslı. Bir yere tatile gelip 10 gün kalmak ile orada sürekli yaşamak gibi, farklı yürür bu düzen. Çocuk kafayla dedemin eski yazlığından hafızamda kalmış en net görüntü olan, karanlığın çökmesiyle ortaya çıkan büyük böcekler misali; herkes elini ayağını çekip asıl meşgalesine döndükten sonra farkedilmeye başlanır dramlar, isyanlar, mutsuzluklar; yani en yalın haliyle, dur ithal bir kelime çakalım araya: Realite.

Belki de sadece, bir insanı ne kadar sevdiğini ve ona ne kadar yakın olduğunu söylerse söylesin, yine de onun henüz gidip göremediği bir yere gittiğini duyurmak için sabırsızlanacak ve bunu duyurunca da garip bir mutluluk hissedecek kadar acayip bir yaratıktır insanoğlu.

Mahalle futbolu kültürünü terimizin son damlasına kadar yaşattığımız ve bunu yaparken de çok eğlendiğimiz eski mahallemde, maç yaptığımız sokaklardan iş dönüşü evine giderken geçen ve bizi gören abiler vardı. Bunlar genelde, okulla sorun yaşamış, spora yönelmiş ama sonradan sporu da bırakmış veya bırakmak zorunda kalmış kişilerdi. Ne hikmetse, siyah deri montlu olanını hiç unutmam. Daha o zamandan belliymiş metalci olacağımız, keh keh. Bir şeylere özlem duyar gibi bakardı bize, bazen topu isterdi, verirdik. O da iki klas hareket ile bize kendince kısa bir göz ziyafeti çektikten sonra topu geri atardı, belki de o dakikalarda camdan bakmakta olan bir hatuna hava yapardı, kim bilir. 


Yani işin kartpostal manzarası tarafından bakınca, iyi anlaşırdık. Ama şuracıkta onca sene sonra itiraf ediyor olmasam hanginiz bilecektiniz, o anda elimde olan mahallede tüm gün futbol oynama özgürlüğümün onda olmadığını bilerek içten içe gaza gelip eğlendiğimi? İşin garibi; oynamayı bıraktığında tüm bunları unutup hemen işin öğretme kısmına geçmek ister insan. Ben de öyle yaptım; ama Al Pacino değiliz ki, Peace With Inches Speech çekelim.

Belki de o yüzden yolculuklarda Agent Steel dinlemeyi bu kadar çok sevdim. Dünyaya tepeden bir bakış atıyorlar ya hani, uzay falan filan...

Sarıyer'in Kedileri

Yine yola çıkıyorum cumartesi günü. Sonu olmayan dönüşlerden birisinin daha tam ortasında olacağım. Bu sefer, istisnai bir şekilde, ulan daha ucuzunu bulabilir miydik acaba? diye kendi kendime hayıflanmayacağım bilet konusunda; çünkü yolu beleşe getirdim. Beleşe getirmek derken; maddi açıdan öyle olsa bile manevi ve mental olarak bazı yükleri beraberinde getirecek bir durumda olacağım cumartesi sabahından, akşam saatlerine kadar. Bazen biraz daha rahat olabilmeyi, çevredeki her olup biteni bu kadar da yoğun algılamıyor olmayı istiyor insan.

Normalde 3 kişi gidecek olan arabaya 4. kişi olarak eklendiğimde öyle pek aman aman bir yük bindirmeyeceğim belki insanlara ama, yahu şimdi ne konuşacağım ben 10 saat boyunca bu insanlarla baskısı olacak kafamda. Bu tip durumlarda yüksek işe yararlılık oranı ile 2 adet seçenek çıkıyor karşımıza: Müzik dinlemek ve uyuyormuş gibi yapmak. Yol kaç saat sürerse sürsün, gözünü kırpamadığından dolayı gibi yapmaktan öteye gidemeyen bu bünye, eylemin kendisini değil ancak taklidini betimleyebiliyor haliyle bu satırlarda.


Zamanında emek de verdim aslında. Yolculuk gününden bir gün önce gece uykusuz ve yorgun kalabilmek için kendi içimde geçerli olan tek yöntemi, içmeyi denedim ama yine hüsrandan hüsrana savruldum, çukurlar arası vals eden o araçların içinde. Uçaktan da istifade ettim bolca. Ama olmadı işte beleşe kokpitte uçmamızı sağlayacak bağlantılarımız... Yukarıda bahsettiğim 2 seçenek haricinde bir de kitap okumayı deneyenler olur ama sarsılma durumu başarılı olmalarını engeller genelde. Gerekliliği tartışılabilecek olan ama çoğunlukla gözden kaçmayan ... İl Sınırı tabelası rahatlatır bu gerilmiş bünyeyi bir nebze. O andan itibaren sayısız imge belirmeye başlar kafada, kişisel planlar hariç.

Daracık bir yerde, esasında çok da yabancı olmadığım insanlarla bir kaç saat geçirmenin bünyeye yüklediği rahatsızlık hissi aslında çoğunlukla benim negatif farklılıklarımdan kaynaklanıyor, en azından bunu itiraf edebiliyorum kendime. İyi de, suçlu filan mıyım bazı farklılıklar negatif diye? Farklı olmak, kendini seçilmiş veya özel biri gibi görmekle karıştırılır genelde, ben ise milyarlarca insan yüzünün birbirinden farklı oluşu gibi zaman içerisinde dallanıp budaklanan o huylardan bahsediyorum. Bunun için yapabileceğim çok da fazla bir şey var mı, emin olamıyorum.


İçsel tutarlılık ispatı veya en basitinden ufak bir rahatlama için midir bilinmez; çocukluğumun yarısının geçtiği, ikinci semtim olarak gördüğüm Sarıyer gelir aklıma böyle durumlarda. Denizle iç içe bir balıkçı semtidir Sarıyer. Haliyle martısı filan boldur... Çevre binaların çatılarında, sabah programlarında birbirlerine laf yetiştiren karıları aratmayacak biçimde, zaman zaman da Japonya saatine göre bağırır çağırırlar. Onlar sustu diye sevindiğinizde ise, bu sefer Rumeli Kavağı tarafından Boğaz'a doğru ağır yol ilerlemekte olan bir kum tankerinin lanet motor takırtısı tırmalamaya başlar kulağınızı.

Ama bir de kedileri vardır Sarıyer'in. Bildiğiniz kedi kalıbından bağımsızdırlar, tekmenin kralını savurursunuz ama asla kaçmazlar. Yürüdüğün yoldan çekilip gitmesini beklediğin, en azından bulunduğun yerlerin çoğunda buna alışmış olduğun halde, bu ufak semt sakinlerinin hiç bir şekilde rahatlarını bozmaması kendi hiyerarşik sosyal statülerinin bir dışavurumu mudur, daha afilli bir çevrede yaşamıyor oluşlarına karşı şikayetim yaradana misali sessiz bir başkaldırı mıdır, yoksa çevre koşulları tarafından zaman içerisinde öğrendikleri çevrenin kendisine uyum sağlama pozisyonu mudur bilinmez... Ama öyledirler işte. Oldukları gibidirler. Sen 10 metre yukarıda bir beton kutunun içinde, ben burada asfaltın üstünde der gibi bakarlar. Aradan 20 sene geçmiştir ve yeni gelenler de aynı şekilde yetiştirilmiştir.


İnsanların cins cins olduğu aşikarken, teselliyi kedilerde aramak nicedir bilemem ama... Cins olan insanın kendisiyse, bu teselliyi insan olmayan bir canlıda araması daha anlaşılabilir bir hal alıyor.

Göçebe

Lafların yerini ve zamanını değiştiririz biz. Yoksa farkında değil miydiniz?

Üniversite günlerinde, şehir içindeki evin haricinde, kampüs baya uzak olduğu için, Kurtköy'de kampüse yakın bir yerlerde mevzilenmiş dostların evlerinde takılmaca/kalmaca bol keseden olurdu. Evin asıl kiracısı olan 3 arkadaşımdan birinin, evin en güneş görmeyen (ve dolayısıyla en rahat uyunan) odasından herkesin eşit ölçüde yararlanabilmesi adına bulduğu hakkaniyetli ve dahiyane oda rotasyonu sistemi misali; rotasyona sokmuşuzdur lafların kullanımını. 

Her Türk evladının, ortalama 10-12 yaş arasındayken ailesine bir küçüksün, bir büyüksün diyorsunuz; karar verin neyim ben şeklinde isyan edişinin ana nedeni de budur. Bir araya gelen aile meclisinde büyüklerin izlemekte olduğu bir filmi izlemek için fazla küçük, 6 sene öncesinde beraber çıplak olarak denize girdiğin kuzeninle aynı şekilde yüzmek içinse fazla büyüksünüzdür. İlk bakışta çok komplike bir durum olarak gözükmese de, çocuğun bu laf rotasyonunu ilk fark ettiği zamanlarda yaşadığı mental ambalasyonu ve akabinde içine girdiği isyan halini babacan bir tavırla karşılamak en doğrusu olacaktır.

Biraz daha büyüdükten sonra son şeklini almaya başlayan aile fertleri ilişkileri de -gerek içeriden, gerekse dışarıdan- bu rotasyon yordamı ile etiketlenir. Oğlanın babaya, kızın anaya çektiği durumlarda anasının kızı, babasının oğlu; oğlanın anaya, kızın babaya çektiği şekillerde ise Picasso tablosu misali bir ufak kaydırmaca ile anasının oğlu, babasının kızı deriz. Ana veya babadan birine kimsenin çekmemiş olması gibi durumların acıklı hikayesine girmemi ise şu an penceremden gördüğüm kara bulutlar engelliyor. Öyle diyelim en azından. 

Ben, ayıptır söylemesi, anama çekmişim çoğu huyumda. Geçmiş günleri anlattığı sohbetlerden birine daldığımızda, eskiden kindar olduğundan bahsetmişti bana. Zamanla bundan kurtuldum ve böylesi daha iyi demişti. O güne kadar kendimde de fark ettiğim fakat adını koyamadığım bir şeydi içten içe. O gün ise annem, teşhisi farketmeden de olsa koymuş oluyordu bana. Övünülecek bir huy değil, esasen huy övünülecek bir şey değil, neyse. Ama bir getirisi de olmuyor değil insana: Hafızayı kuvvetlendiriyor enteresan şekilde.

Kindarım ben, kindar! Hafızam da süper! diye sokaklarda bağıra çağıra dolaşmıyorsun elbette. Ama yıllar içerisinde konuşulan ve söylenen şeyler içinden, başka bir tartışma sırasında işine yarayacak olan bir şeyleri tereyağından kıl çeker gibi çıkarıp tartıştığın kişinin önüne koymanı sağlaması gerçekten enteresandır. Unutmamışsındır çünkü, ilk işittiğinde bir bezelye tanesi büyüklüğüyle kulağından girmiştir ama yıllar içerisinde kendi kendisinden beslenerek koca bir sıkıntı yumağı haline gelmiştir ne yazık ki. 

Söylenen ufak ve çoğu kişiye önemsiz gelebilecek bir sözü bile unutmamışken; yapacak hiç bir şeyinin olmadığı bir yaşta, bir gece yarısı tüm mahalle tayfasının bakışları arasında, elinden tutulup 700 kilometre güneye doğru gitmekle başlayacak olan ve elini tutan kişi tarafından kalıcı olması planlanan bir yolculuğun ilk gecesini de unutmuyor haliyle insan. Unutmak şöyle dursun, neredeyse her anını hatırlıyor.

Kindarlık ile semtçilik birbirine benzer huylar değildir belki ama; ikisinin de ortak yönleri mevcuttur bolca. Hiç düşünmezdiniz değil mi? Ben düşünmek zorunda kaldım, durun anlatayım. İlk bakışta ikisi de inadı, istikrarı ve tutuculuğu barındırıyor kendi içinde. Normalde çoğu açıdan basit yaşamana rağmen, bir insan bir insana ismini söylediğinde seni anacakları alanlar belli olmasına rağmen, belki de basit yaşamayı en çok istediğin şey konusunda bunu yapamamak, yaşamının en büyük ironilerinden biri olsa gerek: Hayata doğup büyüdüğün semtte, doğup büyüdüğün mahallede devam etmek. 

Aile bireyleri ile olan farklılıklarını keşfetmek, üzüntüden çok bir özgürlük ve bağımsızlık hissi veriyordu yeni ergene; ama yıllar onlardan birisiyle arasında olan farkın sadece bazı farklılıklar olmadığını, aksine, benzeşen yönlerin çok az sayıda olduğunu kanıtladığında bu kez aynı şeyleri hissetmek çok zor. Evet, bir kaç yıl geçmiştir ve sen başladığın yerden uzaktasındır. Ama dönme isteği çok kuvvetlidir ve başaracaksındır, kimse duramayacaktır önünde. Buradaki asıl sorun, dönüşü gerçekleştirmenin ardından karşılaşacaklarındır. Çünkü sen Ninja Kaplumbağalar'ın başlangıç saatini sektirmeden televizyonun başına oturduğunda, her şeyi bildiklerinden emin olduğun büyüklerin takılmaktaydı hemen yan odada.

Kendini; tamam, tribün veya müzik konusunda benim kadar kafatasçı olmalarına gerek yok da... Ait olmadığı bir iklimde, ait olmadığı insanların arasında, 700 kilometre güneyde yaşama isteği de nereden çıktı? derken bulduğunda, artık her şeyi bildiklerinden o kadar da emin değilsin. Onların yıkıp geçtikleri ve ısrarla geçmişte bırakmaya çalışıp başaramadıkları yerde, tek başına yeniden başlamak üzeresin. En basitinden, bir mezar ziyareti için yüzlerce kilometre tepmek istemiyorsun ait olmadığın yerden evim dediğin yere... Rüzgar gibi gelip geçen senelerin ardından geriye dönüp baktığında, yola harcadığın onca para içini acıtmasın istiyorsun. Seni belki de bazı insanların itici bulmasını sağlamasına rağmen, göğsünü gere gere mahallemin takımı ulan! dediğin takımdan ayrı kalmak istemiyorsun. O değil de; sanırım hepsinden fazla, hiç tahmin etmediğin halde, seninle aynı hissiyatların yarısını bile paylaşmayan bir adamın oğlu olduğuna üzüldüğün için afallıyorsun.

Şimdi haykırsan kaç yazar, ben göçebe değilim! diye. Değilsin belki ama; istediğin gibi de olamadın aynı zamanda.

Canlı Yayın


Fazlaca yurt dışına çıkmışlığım yok. Devlet kanalları haricinde de, gerçi onlara da her zaman bakmam ya, öyle pek yabancı kanal da izlemem. O yüzden, niye sadece bizde böyle? şeklinde sormak yerine, olayı Türk işi kıvamından çıkarıp, son zamanların gözde deyimi ile daha global bir merak yüklermişçesine soracağım: Ne yapıyor bu insanlar?

Evet evet, bir canlı yayın ekibi gördüklerinde, spiker ve yorumcunun ne konuştuğuna aldırmadan onların çevresinde bir duvar örüp, ellerinde telefon yakınlarını arayarak şu kanaldayım, aç bak el sallıyorum diyenlerden bahsediyorum. Hayır, işin acı tarafı, bu insanların %90'ı filan İstanbul'da denk geldikleri canlı yayın sırasında kendisini görmesi için Rize'de yaşayan ve uzun süredir görüşemediği akrabalarını filan aramıyor; tam tersine, muhtemelen yarın otobüs sırasında, iş yerinde veya okul bahçesinde göreceği arkadaşlarını dürtüyor kendisini göstermek için.

Yüz hatlarında oluşan gevrek gülümseme dışında, ölüm-kalım mücadelesindeymişçesine (Almancaya kaçan uzun bir kelimemsi oldu bu) bir telaş ve görevi tamamlama kararlılığı. İşte size kolay kolay bir araya gelmeyecek 2 zıt mimik yansıması. Her zaman düşünmüşümdür, telefondan kulağına evet evet gördüm ve muadili cümleler fısıldandığında yüzlerde oluşan o büyük rahatlamaya tanık olan, daha doğrusu dikkat eden sadece ben mi olmuşumdur diye. Başkaları da var mı? Peki tamam. Şimdi ben de aynı rahatlamayı hissedebilirim yüreğimde. Ama mimiklerim hiç bir zaman o arkadaşlarda olduğu kadar iyi olmadı, çokça bulunduğum şehirlerarası karayollarında hızlı bir şöföre denk geldiğim anlar hariç. Korkuyorum abi, yalan yok.


Yaşıtlarımızın ve hatta daha ufaklarımızın eğlence anlayışı içinde hayati bir yer ve önem tutan bu akşam Cadde'de yanlıyoruz, ekşına bağlıyoruz abi muhabbetine dahil olamadım hiç bir zaman. En az kamera arkasından el sallayıp yakınına telefon açmaca kadar saçma buldum. Düşüncesinden bile nefret ettim hatta. Araba ve modifiye üzerine yapılan sohbetlerden, çok da yaratıcı ol(a)mayan bahanelerle çıkış yolu aradım mütemadiyen. Boşver dedim kendi kendime, en azından tutarlısın kendi içinde. İçimde ukde olduğu filan sanılmasın, araba kullanmaktan sıkılacak konuma bile geldim. Geldim gelmesine ama...

Peki o zaman şunu söyle bana; ömrün boyunca açıklayabildin mi sen, uçağa binmekten korkup da, tek şeritli yolda ibreyi 160'a dayamaktan sakınmayan bir bünyenin dinamiklerini?

Belki de birbirine o kadar uzak değildir fobiler ve hobiler.

Ulan Dur O Zaman Ben de Yazayım

Aslında zaman olur çok gezer, zaman olur çok pinekler insanoğlu. Hayatındaki en önemli amacının, o an odada bulunan sivrisineği vurmaya indirgendiği dakikaların ardından çöküyor bazen o miskin boşluk. Dürüst ol, 1 saate kalmadan beyin ameliyatına girecek bir doktorsun belki; ama sen de yaşadın bu ikilemi. Vallahi öyle bak, kafiye olsun diye yazmadım. Ki güzel kafiye yaparım, bilirsin.

2 ay önce, bilgisayarının yanında bir televizyon olsa çok mutlu olacaktın, internette yazışmakta olduğun arkadaşın canlı yayının tekinde yaşanan bir absürdlükten bahsetmişti sana çünkü. Bakmak için salona gitmeye üşendin; ama dün maçtan önce 4 saat ayakta takılıp demlenmeyi dert etmiyordun. Büyük efor! Şimdi o televizyon hemen yanı başında fakat bu sefer de filanca kanalı açmanı söyleyen arkadaşının yokluğundan mıdır, yoksa eve kapanıp film üstüne film izlemeyi özlediğin günlerin tersine 2 hafta boyunca fena halde gezip-tozmanın getirdiği üşengeçlikten midir bilinmez; iki arada bir derede kalmanın memnuniyetsizliğini yaşıyorsun.

Yani demem o ki; sıcak olsa serini, soğuk olsa ılığı arıyorsun.

Belki de bu dakikalarda Tottenham taraftarı olmanın son senelerdeki genel hissiyatını anlar gibi oldun, kim bilir. Ne alaka deme, dur dinle. Tablonun önünde dikilirken, yanındaki arkadaşına Purgatory is kind of like the in-betweeny one. You weren't really shit, but you weren't all that great either. Like Tottenham diyen adam geliyor aklına. Şimdi anladın mı? Allah var güzel replik, ziyadesiyle açıklayıcı da. Anlamadıysan benim sorunum değildir muhtemelen. Hangi filmdi o? Dur şimdi dur. Demin bilgisayar başı dedim, değil mi...

Viski de var şans eseri. Konuşmak isteyebileceğin kişilerin sanal bir kibrit kutusu görünümündeki platformun üzerine dizilmiş olması ve müzik de cabası. Maç günü sonrasında galibiyetin keyfini çıkarmak için daha fazlasını isteyemezsin. Lan tamam da, o zaman niye birkaç saat sonra her şeye rağmen birilerinin yokluğu seni ağlatır gibi oluyor? Bir ses, bir nefes olsun... Olsun, olsun ama, Arjantin maçının olduğu akşam da Hadi amcanlara gidelim demesin. Maç saatini de yanlış hatırlamışsın zaten, geçmeyecek şimdi şu 2 saat. Bu arada fark ettim de; çok fazla rakam kullanmışım yazıda. Rakam. Olsun. Rakkam diyenlere karşı olan gıcıklığımı ise şimdilik bastırmayı yeğliyorum.

O zaman, ola ola, selam olsun.