12 Aralık 2013 Perşembe

Artillery - Legions


Artillery'nin yep yeni taze taze albümü çıktı, Legions.

İlk dinleyişte vuran ve sizi avucunun içine alan albümlerden biri olduğunu söylemek zor. Aslında bu noktada her Artillery sever kafasında yeni bir Artillery albümü dinlerken gayri ihtiyari şekilde biraz zor duruma sokuyor kendini, hadi hadi bırakın şimdi salağa yatmayı, alayımız By Inheritance ile kıyaslıyoruz az da olsa. Bu elbette yanlış bir şey, albümden alınacak zevki azaltıyor ama elimizde değil biraz da. Nitekim ilk başta dudağımı büküp tek gözümü kısmak suretiyle gayet mesafeli ve ukalaca yaklaşmış olsam da, sonrasında albümün aktığını düşünmeye başladım ve neticesinde keyifle dinliyorum.

Albüm dinledikçe kendini sevdirengillerden. Bıkmadan usanmadan şans verdim ve kulağım alıştı. 2009 ve 2011 çıkışlı son 2 albümde söyleyen, gruba girdiğinde eski şarkıları dinlemedim bile şeklinde açıklama yaparak durduk yere kendisine kurulmamızı sağlayan, bu tahrik unsuru ve ucu hafiften kaçmış olan alkol tüketimi sonucu 2009 konseri öncesinde grup Sıraselviler başında mekana girmek üzereyken yakın mesafeden FLEMMING! FLEMMING! şeklinde grubun ilk vokalistinin ismini haykırmamı sağlamış olan eski vokalist Soren Adamsen ayrılmış ve yerine neredeyse bizimle yaşıt Michael Bastholm Dahl dahil olmuş. Evet, Dahl dahil olmuş. Gerek performans gerekse hissiyat açısından hiç de fena olmamış gibi duruyor. Sesi fena değil.

Sound desek bir önceki albüm My Blood ile arasında bir fark yok, çizgi aynı. God Feather, Wardrum Heartbeat, Dies Irae, Chill My Bones ve Legions bence albümün öne çıkan parçaları. Chill My Bones'un introsu ise tam zil sesi yapmalık bir şey, vurmalı doğu ezgileriyle filan başlıyor çok tatlı olmuş.

Fikir benim ayrıca. Kimse zil sesi yapmasın, ben yaptım bile.

5 Aralık 2013 Perşembe

Seferoğulları

Bak şimdi, dinle dinle.

Geçen bir muhabbet patladı, bizim milletteki "geçen" kavramının genişliğinden yola çıkarak bu 5 sene öncesi de olabilir, piçlik parayla mı söylemiyorum tam zamanını ahah.

Eski savaşlara ve uzun seferlere olan meraktan açıldı konu; adam Fransa'dan Kudüs'ü kuşatmak için ordu yapıp (sanki deplasmana otobüs yapıyor pezevenk) belki 150 bin kişi yollara düşüyor; nasıl gidiyorlar, ne yiyip içiyorlar, bunca insan nereye işeyip sıçıyor, nasıl yıkanıyorlar misali gelişti konunun gerisi. Günde 10 saat yürüse bir ordu, sen de bunu günümüzde canlandırmak suretiyle hissiyatını daha yakından algılamaya karar versen, haydi kalk bakalım sırtına kılıç-kalkan ağırlığını amorte edecek 30-40 kiloluk bir çanta tak ve başla Beşiktaş'tan Zeytinburnu'na yürümeye.

Dedim bu işleri ben de çok merak ediyorum. Misal antik kentlerin yakınından filan geçsem hepten triplere giriyorum. Daha geçen ay yaşadım bunu... Belki şu taşın üzerinde ne babayiğitlerin kellesi gitti diye hüzünleniyorum, entarili dayılar kim bilir ne denli hayati şeylere karar verdi diye gaza geliyorum. Ondan sonra ver lan bir bira daha diyorum, ne yapayım.

Komik bir şey mi var arkadaşlar? Varsa söyleyin hep beraber gülelim.

Beşiktaş - Zeytinburnu dedik; Beşiktaş - Zeytinburnu arasının bizim şu zamanda yürüyecek olsak solumak durumunda olduğumuz egzosuyla (okuduğum gibi yazdım), orduların vakt-i zamanında yayla havası ala ala yürümesi arasında da fark vardır diye düşünüyorum. Tamam adamlar zor işlere girmiş ama bütün her şey de 2013 lehine değil yani. Değil mi ama? O yayla havasında rakı kafa yapmıyor arkadaş, yaylada/dere kenarında içtiğini şehrin içinde iç de, Hakkinen bu hafta kaçıncı oldu? diyor musun demiyor musun, göreyim seni.

Ayrıca... Bir yandan yürüyüp bir yandan da gözünü kaşırken, belediyenin açıp büyükşehir ve ilçe belediyeleri arasındaki anlaşmazlığın inada binmesi sonucu kapatılmayan çukura düşme ihtimalinin hiç olmadığını söyleyebilir misiniz yani bana? HA, SÖYLEYEBİLİR MİSİNİZ!?

İşte bu bilmemkaç yüz yıl öncesinin bilmemkaç yüz bin kişilik orduları nasıl bu kadar yol gidecek, nasıl yıkanacak bu adamlar diye düşüneli pek de fazla olmamıştı ki (hakikaten başka işim yokmuş ki bunu düşünmüşüm); 1-2 saat öncesinde baya bir yağmur yağdı. En şiddetlendiği sırada bisikletle salondan eve dönüyordum, donum zaten ıslaktı da ayak parmaklarımın uçlarına kadar da ıslandım, baya denize atlamış kadar oldum. Üşütmeden eve varıp sıcak bir duş alayım diye pedala yüklendikçe yüklendim, sıcak duştan başka bir düşünce yok yani kafamda...

İroni nedir dersen işte budur; şimdiye kadar hiç bir sorunu olmayan duş başlığının borusu parçalanmış. Damlaya damlaya eve girdim ki bunu gördüm. Lan yani o an buzdolabı bile bozulsa bu kadar deliremezdim. O an ihtiyacım olan tek şey çalışmayınca çantayı tekmeledim o anlık sinirle, bak bak triplere bak. Hemen akabinde çocukluğumuzun usulüne, kova/maşrapa şekline talim ettik mecbur.

Şimdi yani o kadar alışmışız ki bazı şeylere; adeta sık kullanmaktan önemini unutmuşuz, esasında günlük yaşantımızda fazlasıyla önemli ve vazgeçilmez olmalarına rağmen tam tersiymiş gibi dönüşüm geçirmişler biliçaltımızda/beynimizde. Ulan der insan normal zamanda; IPhone bilmemkaç çıktı, duş başlığı da icat mı? Bak şimdi IPhone'a laf attım eyvahlar olsun, okuyan olursa herkes kızar bana... Ama laf atmakla da yetinmiyor ve ekliyorum: Bu az geride dediğimi diyen olursa söyleyin, yarın gelip ağzına ağzına ıslak odunla vurayım.

Yüzyılın icatlarından biridir lan bu duş başlığı, IPhone neymiş? Daha şimdi aklıma gelmeyen onlarcası vardır böyle... Mailine bilgisayarından bakıp, oyununu yine bilgisayarından oynarsın. Dışarıdayken 2 saat twitter hesabını kontrol etmesen gebermezsin, çükün de düşmez, merak etme. Telefon açıp mesaj göndermek desen, onu antenli Ericsson GA628 ile de yapıyordun.

Ama şu duş başlığı bozulduğunda, afedersin sabunladığın kıçını ve apış aranı maşrapa vasıtasıyla durulayayım derken, duşakabinin içinde bir amuda kalkmadığı kalıyor insanın. Bunu ortadan kaldıran bir aletin bulunuşu için artık daha saygılı ve vefalı davranacağım. Ne derece önemli olduğunu hatırlayabilmek adına, bugünden itibaren ayda 1 gün kova ve maşrapa ile yıkanmaya karar verdim. Psikopatım ********** var mı?

Sevdamıza sorguyla yaklaşanlar ve ciddiye almayanlar için, buyrun, burada 1996 yılında kaliteli duş başlığı bulma uğrunda Hasırcıbaşı'nın arka sokaklarından birinde Sırbistan'dan gelen karaborsa malları inceleyen beni ve komşumu görebilirsiniz.


O dönem İngilizce konuşuyorduk Hasırcıbaşı'nda. Bir kaç ay sürdü bu akım, sonra geçti hevesimiz.

4 Aralık 2013 Çarşamba

Yollardayız 2

Yolculukları, ağzın kenarından omuz hizasına salya akıtmacalı uyuklamaları, gecenin körü ay ışığında Agent Steel dinlemeleri anlattık da; neden yoldayız ondan bahsetmedik hiç.

Salya malya yok lan, kalabalık olsun diye yazdım onu. Odaklan şimdi.

1998'den; Fransa'nın ilk defa dünya kupasını kazanıp da muhtemelen tüm nüfusunun sabaha kadar seviştiği o seneden, ailem tarafından lanet olası o kararın verildiği o lanet olası yıldan beri yollardayız. O taşınma kararı ve satılan yerler yüzünden şimdi kendi şehrimizde piç gibi yersiz yurtsuz kalıp, senelerdir elalemi verdiğim kiralarla zengin ettim. O yüzden bütün hayatı boşuna yaşamış gibi hissediyorum şimdilerde. 98' itibariyle 5 sene kalabildim burada, o 5 sene içinde de durmadan İstanbul'a, Fener'e kaçtım. Ama iki yerden birine dönmekle yollar biter mi? Bitmez elbet.

Bu sefer aile hasreti ve kira belası dolandı hayatımıza. Bu ikisini doğup büyüdüğün şehirde yaşamak o kadar garip ve kötü ki, size anlatamam. Bu alemde bir aileni bir de takımını, yani tutkunu atamazsın hayatından. 10 sene geçti aradan. Bu sene üniversiteyi kazanan kardeşimizin de yanında olalım, hem ailemizle hasret giderip hem de kardeşimize geçmiş senelerde yapamadığımız abiliği yapalım diyerek, geçici mottosuyla tekrar terk ettim İstanbul'u.

Her dönüş daha kötü yapar insanı, bilirim. Hele benim gibi balık burcuysanız hepten sıçmışsınız demektir; kafaya takmadan, odalarda kendi kendinize ağlamadan edemezsiniz. Sanki dünyanın sonu gelmiştir, öyle bir ağırlık vardır göğsünüzün tam ortasında... Ama daha kötü hale gelemeyeceğinizi düşünüyorsanız bir de "terk etmeyi" deneyin. Geçici olarak gözüken o terk etme kararlarını almak insana tüm dönüşlerin toplamından fazla koyuyor. Yaşlandırıyor, yıpratıyor.

Bunu belki 2 veya 3. kez yazıyorum burada... Baba olanlara, olacak olanlara sesleniyorum: Başka bir seçeneğiniz kalmadığı sürece 2. bir şehri sokmayın lan hayatınıza. Sokmayın olum. Size hiç bir şey olmasa da, hatta artık istediğiniz yerde yaşama fırsatını yakalamış olsanız da, çocuklarınızın hayatı tam ortasından ikiye ayrılıyor. Onları bu uçuruma itmeyin. Şu konuda o kadar doluyum ki hiç durmadan sayfalarca yazabilirim...

Artık deplasman harici otobüsten de, uçaktan da, otogarlardan da, havaalanlarından da... Alayından tiksindim. Bunlardan birine gideceksem, gitmeden 2 gün önce o tiksintiyi yaşamaya başlıyorum. Onları geç; şehir girişlerinde şehrin rakım ve nüfusunu gösteren tabelaları görmekten bıktım be. O tabelalardaki 1 rakam bile değişse algılayabilen şu beynimi nasıl sıfırlarım ulan ben? Var mı bunun bir çaresi? Verdiğim kiralarla, ödediğim yol bileti paralarıyla Rachel Weizs ile evlenirdim olum ben. İş görüşmesine gitsen, adam özgeçmişine bakıp diyor ki, sen nerede yaşıyorsun? Haklı, anlayamıyor.

Evet; CV değil özgeçmiş, zoruna mı gitti? Bırakın lan şu dandik ecnebi kısaltmaları. Sorsan 100 kişiden 99'u CV'nin açılımını bilmez ama CV yerine kişisel özgeçmiş lafını duyunca suratını ekşitmekten geri kalmaz pezevenkler. Sktirin lan gösteriş yavşakları sizi.

Neyse, ne diyorduk...

Bayram dönemlerine 4 ay öncesinden bilet bakmak istemiyorum artık kardeşim ben. Bir tatilde de evimin penceresinden, elimde kahvemle izleyeyim istiyorum o yollara düşenlerin telaşını... Hepsini geç, geçilmez ama geç, en fenası ne biliyor musunuz? Yukarıda dediğim, kendi şehrinde yersiz yurtsuz kalıp piç gibi hissetme hadisesi... Bunun sana hissettirdiğini ölüm hariç başka hiç bir şeyle kıyaslayamazsın.

Velhasıl 15 senedir bitmedi, yollardayız, bir 15 sene daha yaşarsak biter mi bilemiyorum... Zaten Kadıköy'de ev fiyatları Marmaray yüzünden %30 artmış. Artmasa alıyordum **********




2 Aralık 2013 Pazartesi

Yollardayız

İnsan değişiyor. Hadi lan, harbi mi demeyin hemen, durun az; hem gözlerinizi hem de beyninizi skertmek istiyorsanız dinleyin.

Uzun yolda, otobüste hayatta uyuyamazdım ben. Normal otobüsü diyorum, deplasmana gidileni değil... O 12 saatlik yolculuklarda 5 dakika gözümü kırpmışsam şanslı sayardım kendimi. Şimdilerdeyse, buna geçen hafta da dahil, son 3 senedir uçağa bilet bulamamaktan ya da yanımda fazla bagaj olmasından kaynaklı yaptığım 6-7 otobüs yolculuğunun hepsinde fosur fosur uyudum. Molada dahi kalkmadım yerimden.

Artık, acaba gece o hiç tanımadığım 40 insandan hangisinin horlama sesini duyacağım düşüncesiyle otobüse binen kimseden; horlarsam da sefam olsun - bunca sene ben onları dinledim biraz da onlar beni dinlesin (diyemesem de) düşüncesinden hareketle takılan kimse kıvamına geldim. Vurulsun davullar, çalınsın zurnalar ey ahali! Hayatta bir konuda, ulan tek bir konuda gamsız olayım bari dedim, onu da otobüste gönül rahatlığı ile uyumak suretiyle yarım şekil başardım. Ne derece önemli bir gamsızlık, hatta bir gamsızlık mı, bilemiyorum.

Kendimce yol gruplarım vardı benim; o yıllardır bitmeyen, muavinlerin sabah 05.00'te -2 derecede Afyon otogarında otobüsü bulamayan yolcuları kovaladığı, o saatler süren yolculuklar boyunca hep dinlediğim.

Yolda Agent Steel severdim en çok; henüz uçağa binecek kadar serpilmediğimiz yıllarda, özellikle böyle açık ama soğuk, ayın da tüm ihtişamı ve güzelliği ile görüldüğü yolculuk gecelerinin sabaha karşı saatlerinde müthiş bir haz verirdi bana onları dinlemek. Ay ışığı ve ışığın gizemlice inceden aydınlattığı yol kenarındaki ormanlık alanlar gözümün önündeyken, bu abilerin bilim kurgu ve uzay dolu şarkıları içine çekerdi beni. MP3 mü? Ne MP3'ü kardeşim? Çıkmamıştı daha onlar. Yola çıkmadan önce arşivden özenle seçilen 30 kaset veya CD için ayrı bir çanta yapılır ve o çanta şakır-şukur sesleriyle otobüsün içine yanımıza alınırdı.

Bazen ağzına bir arpa tanesi atıp verandanın ufak gölgeliğinde gitarını tıngırdatan ve bağ bahçeyle uğraşan kişi triplerine girerdim ki; bu Lynyrd Skynyrd zamanı demekti. Yanık sesli bir vokal, hemen arkalarında uyumsuzluğun uyumunu bulmuş o enstürmanlar... Bir ergene her şeyin sert gitar ve distorsiyon olmadığını öğretmesi açısından ne güzel gruptur Skynyrd. Biraz daha yakından bakınca insan anlar aslında ABD'nin "Anadolu Rock" yapan grubu olduğunu. Dağdan, ırmaktan, sıladan, nehirden bahseder abiler. Ama müzikleri güzel kardeşim; bizimkiler gibi 1 pedal 2 lead notası değil ki. Alır götürür uzaklara.

Sonra bir de Queensryche var tabii... Albümleri kronolojik sırayla dinleyince sesini kaybeden Geoff Tate'e üzülürdü insan o zamanlar; ama o kadar karakteristik özellikleri olmamasına rağmen kendilerine has bir etkileyicilikleri vardı her zaman. Bu otobüsler içinde geçen yıllarda bir tane bile yolculuğum yoktur ki The Warning'i baştan sona dinlememiş olayım. Hepsinde dinledim, hepsinde. Koltukların arkasında o film seyredilmesini sağlayan katakulliler gelmeden evvel, biz yolda Queensryche dinleyenler olarak film izler gibi dinliyorduk, film yerine geçecek o hikayesel albümleri. En öndeki tüplü ekran sayılmaz lan, onda görüntü hep gidip geliyordu.

Fosur fosur uyudum o gece otobüste, evet. Ama saat tam 04.00'te, İnönü Stadı'nı bilenler için anlatır misali şehirlerarası karayollarını bilenler için konuşuyorum, Afyon'da McDonalds'ın hemen bitişiğindeki kırmızı ışıkta durduk. Saati tam olarak verebiliyorum, zira otobüslerin o kırmızı puntolu saatleri mütemadiyen bozuktur, adeta bozuk ve ayarsız olsunlar diye üretilmişlerdir; ama dün hayatımda ilk defa dakikası dakikasına doğru bir otobüs saatine denk geldim. Bu da not edilsin, başlı başına bir milattır. Varsa itirazı olan, söylesin.

Evet tam 04.00'te durduk. Daha doğrusu durur durmaz aniden gözlerimi açtım ve saatle göze göze gelince saatin tam 04.00 olduğunu gördüm. Uykulu gözlerimi, onları taciz eden ışıkların kaynağına, yani sağ taraftaki McDonalds'a doğru çevirdiğimde ise, yanımda kimsenin oturmuyor oluşuna şükrettiren cinsten bir hoplama geldi. Ya kusura bakmayın da küfür edeceğim; o ************ McDonalds maskotu yok mu ne onun adı, ulan sabah 04.00'te dükkan açık mı bilmiyorum da onu niye spotun tam altına koyarsın. Hadi spotun tam altına koydun, niye suratını çevirip cama yapıştırırsın. Bunu yapanı ayın elemanı seçecekleri o gün gelecek ya... İşte ben o gün kafayı yerim.

Bak o kadar yolda dinlemeyi sevdiğimiz grupları; geceden, aydan ve ormandan bünyeye zerk olan hissiyatları; yoldaki uyku düzenimde son senelerde yaşadığım olumlu gelişmeyi; yani hepsini ne güzel paylaştım. Çok cici bir moddayız. Peki o maskotun orada ne işi var abicim o şekil? Aklımı aldı yemin ediyorum. Yüzü boyalı Joe Davola'dan, are you still scared of clowns? sorusunu işiten Kramer'dan beter olduk şehirlerarası yolda.





Velhasıl ben en yakınlarıma bazı laflar söyledim, bazı gerekçeler anlattım ve bu yolculuğa çıktım. Aradan 1 gün geçti ki, bu dediklerimin hepsini yuttum. Bu saatten sonra gerçekten kendime olan saygım azaldı. Çocukken yapmadığım hareketleri yaptığımı görüyorum ne yazık ki. 

Kurt Cobain'in intihar triplerinde filan değilim ama... Şu "psikolojik problemler" dalgalarını düşündüm geçen gün. İlaç isimleri filan. Hayatımda grip olunca ilaç içmeyen ben, artık çözümü bunda arar oldum. Yaklaşık 1 hafta önce belki de bir geleceği çöpe atarak ne idüğü belirsiz bir yola sırf bazı özlemleri bastırabilmek adına geri döndüm. Ben bu kafayla falcıya da giderim. Allah herkes hakkında, hepimiz hakkında hayırlısını nasip etsin. Amin.