24 Mart 2014 Pazartesi

Süregelen Takıntılar 6

* Hamur ile bu kadar içli dışlı yaşayan bir toplumun göbek/basen/gıdı; kısacası genel kilo problemi yaşaması şaşırtıcı mı yani? Sabah işe giderken şöyle bir bakın, ben bu sabah daha dikkatli baktım siz de bir dahaki sefere öyle bakın, simit&poğaça konseptli mekanların sabah saati demeden dolup taşmasının yanı sıra bir de sokakta herkesin elinde hamur işi bir yiyecek var. Nasıl bir alışkanlık la bu? 2 bardak su iç, 1 kase yoğurt ye desen yanaşmazlar ama. Şişersiniz tabii ondan sonra.

* Buradan, otobüste son durağa gelindiğinde ısrarla kapı düğmesine basan ablaya seslenmek istiyorum: Zat-ı şahanelerinizin araç içerisinde unutulma ihtimali yok be ablacım, gönlünü ferah tut sen... Kapının düğmesine basmasan da, son durakta o kapı diğer kapılar gibi açılacak ve sen de tıpkı yolculuğu paylaştığın diğer herkes gibi otobüsten inerek işine-gücüne doğru yol alacaksın. Sıkıntı yok!

20 Mart 2014 Perşembe

İhsan Oktay Anar

1960 doğumlu. Lisans, master ve doktora eğitimini Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde yaptı. Halen aynı okulda öğretim üyesi. Yayımlanan kitapları: Puslu Kıtalar Atlası (1995), Kitab-ül Hiyel (1996), Efrasiyab'ın Hikayeleri (1998), Amat (2005), Suskunlar (2007), Yedinci Gün (2012)

Kitaplarının başındaki tanıtım yazısı böyle.

Durun len durun böyle alıntı yaparak bırakır mıyım ben, ayıp ettiniz.

Eski iş yerinde binanın önüne çıktık sigara içiyoruz. Davul gibi olmuş kafamda iş çıkışı nerede biralayayım sorusu dolanırken yanda 2-3 kişi edebiyat sohbetine girmiş, birbirlerine kitap filan tavsiye ediyorlar. 

Bizde de artık doğuştan mıdır bilemiyorum dışarıya hafif bir öküzlük sinyali verdiğimizden olsa gerek; yok, pek bilmem şekli bir yanıt bekleyerek, o lanet olasıca parfümünün aslında ne kadar boktan koktuğu bugüne kadar kimse tarafından kendisine söylenmediği için üzerinde anlamsız bir özgüven olan eli sigaralı hatun, kitap okur musun? diye bir soru sordu.

Evet dedim, ayda 2 kitap bitirmesem de ara sıra takılırım, özellikle yatmadan önce okumayı severim. Sonra bu mendebur gidince sohbete biraz daha dahil oldum ve şu an ne okuyorsundan hareketle, BENİ DE AL CASTİN diye bağıran ergen kız heyecanıyla, Buz ve Ateşin Şarkısı dedim. Namussuz George R.R. Martin'in avucunun içindeyiz çünkü bir kaç senedir... 

Normalde böyle fantastik falan filan dalgalarına pek merakım yoktur; fakat bu adam gerçekten başkaymış dedim. Onun üzerine güzel bir abimiz vardı iş yerinde kulakları çınlasın, bir de yerli edebiyatın fantastiğine şans ver dedi ve İhsan Oktay Anar'dan bahsetti.

Ben ilk başta hakikaten pek algılayamadım. Nasıl oluyormuş lan bu yerli fantastik diye düşündüm; zamanında melodik death metal tabirini ilk duyduğumuzda da böyle bir efelenmiş ve Death death'tir oğluuum ne melodiği? diye triplere girmiş kimseleriz çünkü en nihayetinde. 

Bundan bahsetmedim tabii de, sakın tüplü Ferrari gibi bir şey çıkmasın Bekir abi dedim. Velhasıl kronolojik sırayla okumaya başladım İhsan Oktay Anar'ın kitaplarını ve seneler sonra beni yerli edebiyata çekmeyi başaran kişi oldu kendisi. 

Bol bol Arapça/Farsça/Osmanlıca terimler barındırır yazdıkları, uzun cümleler kurar, bir sürü hikayeyi bir çok farklı koldan anlatır ve sonunda bunları birleştirir. 8 kollu bir otoyolun en sonda ortak bir yere bağlandığını düşünün, ahanda tam öyle işte. Bilinmedik kelimeler azımsanmayacak ölçüde var; fakat enteresandır adamın yazdıkları bu bilinmedik kelimelerin kimi yerlerde fazlaca kullanımına rağmen gayet güzel anlaşılıyor. Akıcılık kaybolmuyor. 

Genelde, hadi lan bu neymiş böyle deyip sıkılarak bırakır insan fakat bu kitaplarda iş öyle değil. Hele bir Amat var ki; dil haricinde baştan aşağı bir de denizcilik terimleriyle bezeli, klişe olmasın, okurken güvertede emirler yağdıran Jack Sparrow gibi hissediyor insan kendini.

Kendisi eski İstanbul'un ara sokaklarından öyle yerler tarif ediyor ki, ben İstanbul semt çocuğu filan dedim. Fakat İzmir'liymiş, hayatında İstanbul'a o kadar da çok yolu düşmemiş... Tasvir yeteneği inanılmaz kuvvetli bence; ve iş mekan/zaman tasvirlerinden ziyade kişisel tasvirlere gelince gayet de eğlenceli yapıyor bunu, okurken güldüğüm yerleri çok oldu. Üslubu için, bilmemne tekniğini kullanıyor filan da diyorlar fakat o teknik taraklarını bilmiyorum ben, boyumu aşan laflar etmeyeyim.

Kitab-ül Hiyel hariç, kitapları 250 sayfa civarında. Fakat öyle boşluklar bırakarak geniş puntolarla yazan yazarlar gibi değil, 250 sayfa dediysek dolu dolu 250 sayfa. Sonuç olarak kitapları 7-8 ay içinde kitap rafımda sırasıyla dizili olacak dereceye (evet ruh hastasıyım, var mı?) geldi kendisi. Yeni kitabının bir kaç senesi vardır diye düşünüyorum, hasretle bekliyoruz.

İlk defa okuyacak olanlara tavsiyem, siz de benim gibi yapın ve sıralı okuyun. Ben tüm kitaplarını beğendim; fakat ilk kitap Puslu Kıtalar Atlası ile Amat bir başka desem yeridir.

Bir kaç ay önceydi bunu yazışım. Şu Amat'ı tekrar mı okusam acaba diye düşündüğüm günlerde burada da dursun dedim, ne çıkar yani?..

2 Mart 2014 Pazar

Bu Mülakat da Benden Size

Mülakatlar olur ya hani... Kendini 2.8 kelimede nasıl anlatırsın, seni neden işe almalıyız, kendinle ilgili sevdiğin 3 yönün nedir filan fişman diye sorarlar. Biraz da biz uyuzluk yapsak çok mu olur dedim yahu, hayallerde yaşıyoruz hani?

Tamam, var elbet kahve ısmarlayıp sohbet edenleri... Ama hedef kitlemiz sıkıntılı olanları. Kurumsal çarkların emrinde uyguladığı adımların dramını yaşamakta olan İK çalışanı; ihtimal vermek istiyorum senin de saçma bulabileceğine tüm bu adımları. Of be anam; varsa sizin de bir dramınız, beklesin sırasını.

Beni hafiften Kemal Abi'nin Kiracı'da girdiği hislere sokan bir şiiri tarif edeyim dedim aşağıda; aylık onbinler kazanan, janjanlı pozisyon isimlerine sahip, ahlaktan çok elbise kumaşı kalitesini önemseyen malum takıma... Bileni çıkarsa bedavaya çalışmaya başlarım ona, daha da heyecanlı olur.

Şehir hayatında rutinlerin içine girmiş ve hepsiyle bütünleşmiş olan bir yolculuğun, hayata dair zihnimize yansıttığı özlemleri su yüzüne çıkarışıdır bu bence. Sevmediği bir şehirde, hoşnut olmadığı bir koşuşturmacada yapılmakta olan hayat mücadelesi, bir başka deyişle… 

Dört bir yanı sarmış olan bıkkınlık, bizzat kendisinin nedeni olan şeylerle yaşamaya devam etmemiz gerektiği noktasındaki gerçeklik ile çarpışıyor: Bu çemberden kurtulmak için kurulan planlar, hayata geçirilemediği her an, kendi özlemini daha da fazla büyütüyor içimizde.

Geçip gitmekte olan zamanın, dozu gittikçe artmaya meyilli olarak bünyemize salgıladığı tedirginlik, sorgulama yeteneğimizi köreltiyor belki de. Doğru soruları soramamak, sonuçları görmemizi engelleyip, rutinden kurtulmak uğrunda uygulanmak istenen planların aldatıcı tatlılığına tatlılık katıyor belki de: Görmek istemediğimiz, ulaşmakta zorluk çektiğimiz gerçek; bizi bekleyen acıyı saklıyor olabilir mi?

Farkına varılan ikilem, sonsuz bir döngüde kapısını aralıyor başka ikilemlerin. Artık zihindeki yorgunluk kaçınılmaz… Öyle ki, ileriyi düşünmekte olan zihin, teselliyi ve bir nebze dinginliği orada bulmayı umduğundan mıdır bilinmez, hatıralara teslim ediyor kendini.

Akmaya başladı mı durdurulması güç bir süreçtir hatıralar geçidi. Beraberinde güzelleri getirdiği kadar, pişmanlıklarla dolu olanları da sürüklemişliği vardır. “Keşke”ler bitmez ve bitmemiştir; yeri gelir vapurun sesinde bile hissettirebilirler insana kendini.