28 Kasım 2014 Cuma

Bir Ayrılık Hikayesi

Monitöre bakarak, bu kelimenin anlamını biliyor musun? diye sordu. Anlamını bilip bilmediğimi öğrenmek için değil, beni yermek için sormuştu bunu. Sabaha karşı 03.30'du ve karanlık odamda oturuyorduk... Bedava tekila ve biraz hatır için gittiğim -sözde- mayıs şenliğinde, etraftan bunalınca aynı karanlıklıktaki boş bir sınıfta öpüşmüştük ilk kez, o yüzden alışkındık birbirimize karanlıkta bakmaya.

Biliyorum ama bir de senden duyayım, diye cevap verdim. Yazık ki, Chuck Schuldiner'ın yazdığı Misanthrope şarkısını, dünyayı -henüz- hakkınca algılamaktan uzak ve özenti dürtüleri içindeki bir ergenin internetin ufak bir köşesinde karaladığı bir şey sanmıştı. Buna mı, yoksa önündeki viskiyi kola katarak içmesine mi yanayım, bilemedim o an. Konuyu değiştirmek istedim, hadi gel köpekleri besleyelim, dedim. O zamanlar kedilere bu kadar düşkün değildim, köpekler çok daha baskındı.

Hangi köpekler ya?, dedi; inanın ki o an "ya"ya eklediği vurgudan, başka bir şeyler konuşma niyetinde olduğunu ama konuya giriş yapmak için -kendince- doğru zamanı beklediğini anlamıştım. Biliyorum genelde filmlerde olacak tarzdan bir şey ama anlamıştım lan işte. Şimdiki kadar olmasa da, o zamanlarda da kafama taktığım en önemli şeyler arasında ilişkiler yoktu, o yüzden, "ne zaman isterse o zaman söylesin" diye düşündüm ve konuyu kendi istediğim istikamete doğru uzaklaştırmaya devam ettim.

NBA'e sabahladığım gecelerden birinde, ciğerlerimi yakan alkolün sesini bir nebze olsun kesebilmek için yaktığım sigaramı pencereden tüttürürken fark etmiştim; sitenin yanında yeni yeni başlayan inşaatın arsasında 3-5 tane köpek toplanmaya başlamıştı geceleri. Tellerden girip çıktıkları yırtığı ben keşfedene kadar, mahallenin tüm köpekleri bölgeye gayet dakik kıvamda ve düzenli katılım göstererek, ufak bir "Planet of the Apes" kolonisi oluşturmuşlardı bile.

Bazı geceler olur, dertle neşe karışıp ambale eder seni; işte o zaman dersin ki, "bu köpekler çükümü bile kapsa ben tekele inip nevaleyi tazeliyorum". Mahalle eşrafının çoğu tırsıp, sokaktan geçiş vakitlerini köpek arkadaşlarımızın volta saatlerine göre ayarlamışken, kararlılığımı ve masumiyetimi hissettiklerinden midir nedir; geceleri ine ine, gel zaman git zaman alıştık birbirimize... 3-4 köpek eskortuyla çöp toplayan abilere dönmüştüm ama bir-iki ufak farkla: Hedefim konteynırlar değil marketti ve yanımdaki tayfam 15-20'den fazlaydı.

Gece yürüyüşlerimiz sessizliği bölüyordu sokaklarda. Daha doğrusu, onların yürüyüşü... Patiler gecenin sessizliğinde asfalta vurdukça çıkan sese gerçekten alışmıştım. Bu öyle bir şeydi ki, o pati sesleri sayesinde geldiğimi anlayan tekeldeki kardeş, benim nevaleyi ben dükkana girmeden hazır etmeye başlamıştı. Yok lan yok burası şaka, o zaman da aklıma gelmişti ama olmadı, o kadarını yapamadık ahah. Yani sizin anlayacağınız; şahitlik edenim olmasa da, bara girip Lorraine'e açılmadan hemen önce "bana bir çikolatalı süt" diyen George McFly karizmasının üzerine çıkmaya ziyadesiyle yaklaşmıştım usta.

İşte bu köpekler, dedim. Ona bu kadar ayrıntılı anlatmadım ülen, kıymetimi bilin. Anlamasını beklememiştim, şimdi gecenin bu saati soğukta aşağı inip köpek mi besleyeceğiz, diyerek hoşnutsuzluğunu ve bu teklifimi ne kadar saçma bulduğunu belli etti. Oysa ben soğuk adamıydım, soğuğu severdim be... Kendince bu manasız teklifim beklediği kıvamı oluşturmuş olacak ki, konuyu en sonunda açmıştı. Bir konudan uzaklaşayım derken, bir diğerine zemin hazırlayışım bilinçaltımın bir katakullisi miydi, orasını bilemiyorum artık: Takdir kamuoyunun.

Nasıl olacak bu işler abiler diyen Karşıyakalılar gibi girdi mevzuya. Helal be devam et dedim, durdurasım gelmedi. Hani biraz da, Çarıklı Milyoner'de, mahkemede kendini savunmayan Kemal abi haline bürünmüştüm. Neyse...

Niyetim, "ben çok üzüleceğim sandı/üzülmeyince efsane göt oldu" intibası yaratmak değil ha. Alışmıştık zira başarısızlıklara, yağmurlu havalarda 0-0 biten bozuk zeminli deplasmanların vasatlıklarına... Saydı saydı saydı; dur ulan dur dedim en sonunda. Şu işi birbirimize bok atarak değil, azıcık dürüst olarak bitirelim: Sen de, ben de eşit derecede yüzeyseliz; kadın da, erkek de eşit derecede yüzeysel. Çıkarlarımız ağır bastı birlikte yürüdük - Yürürken ayağımıza ağrı girdi yürümeyi bitirdik. Hepsi bu. Hayat bu.

O kelime ne demek biliyorum anam, dedim. Benden olmamı istediğin kadar gösterişli değil ama temelden ne olduğumuzu anlatacak kadar dürüst.

Sonra, tutun olum! diye bağırdım, köpeklere parçalattım şırfıntıyı.

Eminem'in Şarkısı Üzerine

Günlerden bir gün yine mendeburca spor yapıyorum... Tam benim mp3 çalayırdaki müzik arasına denk geldi, o şekil duydum, salonda çalmakta olan şarkıda şöyle diyor: "I ain't never seen an ass like that"... Yani Eminem biraderimiz diyor ki; "aga ben ben olalı böyle göt görmedim". Aaaa; bir de baktım ki salondaki kızlar oğlanlar hepsi tempo tutup bu şarkıyı dinleyerek sporlarını yapıyorlar.

Dedim benim bu noktada olaya müdahale etmem lazım.

Herkes sussun şıkşıkşık! diye bağırdım hemen. Bana doğru döndü tüm salon. Ardından, gayet memnun ve mutlu şekilde eşlik ettikleri bu şarkıda ne söylendiğini bilip bilmediklerini sordum. Çünkü aynı güruhun, bu şarkı Türkçe olsa bırak tempo tutarak spora devam etmeyi, "ay ne diyoo hiii (kızlar)/vay şerefsiz bu nasıl söz yazmak lan (oğlanlar)" diyerek tepki gösterip şarkıyı değiştirteceğine dair inancım tamdı.

Bu minvalde ok yaydan çıkmış, bana boş boş ve mana veremeden baktıkları sırada hepten gaza gelerek bench-press aletinin üzerine sıçrayıp daha da yüksek sesle bağırmaya başlamıştım bile:

MADEM ÖYLE, ZAMANINDA CARTEL'İN SUÇU NEYDİ LAN BU ÜLKEDE, DÜRRÜKLER?! DOĞRU DÜRÜST KÜFÜR BİLE ETMEMİŞTİ ADAMLAR!

Şaka lan şaka, böyle olmadı tabii.

Bu şarkıyı 3 ay önce filan duydum. Geçtiğimiz günlerde de, küfür edebildiğini yeni yeni idrak etmeye başlayan ufak kuzenim, "gel abi sana bi şarkı dinleticem afagfgfagagss" diye yanına çağırdı, bu şarkıyı dinletti. Gerçi iyi oldu, şarkının devamında baya birilerine sallamış Eminem, oraları bilmiyordum. Düşün şimdi bu ülkede Fuat (mıydı?) çıktı, "Boyz anılar - soytarılar" dedi de, daha saniyesinde hem de canlı yayında daldılar herife.

Peki ya şarkı sözlerine bakarak Jessica Simpson'ın yavuklusu olduğunu düşündüğüm Nick kardeşimiz ne yapsın? HA, SÖYLEYİN NE YAPSIN? Moderin Amerikanya toplumu dinamikleri içine bir de "zengin ve mezhebi geniş selebriti" titri eklendiğinde, bu laflara gülüp geçmek ve bir davette cartta curtta karşılaşsa, "vay Eminem kardeş gel öpem" demek durumunda gibi gibi sanki.

Olum yalnız şarkı çok matrak lan, dinleyip dinleyip gülüyorum kaç gündür. Star Wars Imperial March olan alarm melodimin tahtına aday yani, o derece.

http://www.youtube.com/watch?v=LdF5Cumi2PI

Süregelen Takıntılar 7

* Yıl 2014; IPhone 6, FIFA 2015, NBA 2K15 çıktı. Sanctuary 25 sene sonra toplandı albüm kaydetti. İngiltere'de bir kadın kendi kendiyle evlendi. Ama bu ülkede halen daha EBÜÜBEĞĞĞĞ kornası var, dahası onu büyük bir zevk ve ihtirasla çalan var ulan. Geçenlerde bir akşam Mecidiyeköy'de tam yanımdan geçerken çalıp da aklımın çıkmasını sağlayan o deyyusu buradan selamlıyorum.

Biz niye böyleyiz lan? Daha önce tahminimi söylemiştim; sanırım coğrafi ve kültürel konumumuz itibariyle senelerdir çok övündüğümüz o "doğu-batı sentezi" olayı bizde ters tepmiş durumda. Arada kalmışız, Araf'ta. Ve bunun farkında değiliz.

* Medya azıcık delikanlı olsun da, şu doğum günü kutlaması için kesilen pastaları, "X için pasta kesildi" veya "X'in doğum günü kutlandı" gibi sade başlıklarla versin. Bırakın lan artık bu "X'e sürpriz doğum günü" ayaklarını... Geçen Demirören'i pasta yerken gördüğüm karenin üzerinde yine o allahın cezası başlığı görünce dayanamadım artık. Ortada hiç haberdar olunmayan, meydana çıkınca heyecandan ve mutluluktan ölünen, göz yaşlarına zor hakim olunan bir durum yok.

Kulübü doğum gününde gerekli ilgi ve alakayı göstermediği için açık açık trip atan Yaya Toure, sen ne delikanlı adammışsın meğer.

* İçtiğim dönemlerde illa ki ben de yapmışımdır; ama elimden geldiğince dikkat etmeye özen gösterirdim. Şimdi bıraktım bırakalı, durumun iğrençliğinin farkına daha da yoğun derecede vardım: O son dumanı üfleyip de toplu taşımaya binmeyin ya. Belki anlamıyorsunuz ama resmen leş gibi kokuyorsunuz. Otobüse, minibüse binmeden evvel içmeyiverin şu sigarayı... Unutmayın ki biz 65 kişilik araçlarda 135 kişi seyahat edilen bir ülkenin çocuklarıyız.

* Bu hız olayı sıkıntı. Koca koca adamlara soruyorsun, "yahu niye uymuyorsun kurallara" diye; duramıyorum, sıkılıyorum basıyorum diyorlar. Ya arkadaş sanırsın üniversiteye yeni başlamış da altına araba çekmişiz... Öyle eskisi gibi yolda filan da çevirmiyorlar, yazıyor plakaya yolluyor evine. Şu olaya gerçekten hiç tahammülüm, affım yok. Daha geçen bayramdan hemen önce, Antalya Komaş'ın önünde kansızın teki 20 yaşında gencecik bir çocuğa vurdu ve kaldırıma kadar fırlattı, ardından bastı kaçtı. Çocuğum olsa bir hız yapıyor diye, bir de kumar oynuyor diye döverim. Net. Umarım o allahsızı yakalamışlardır, şu kameralar bir işe yarasın.

* Kafayı kazıtıp sakal bıraktım. Bayramdan önce pitbull naber dedi biri ofiste. Dedim iyi senden naber. Bugün geldim yine aynı soru, bu sefer başka biri. Sonra biri daha geldi, bir melodi ıslıklıyor, bilmiyorum nedir. Olum dedim kafayı kazıtmakla pitbull cinsi köpeğin ne alakası var? Meğer popçu varmış pitbull diye. Meşhur da bir şarkısı varmış, onu çalıyorlarmış ıslıkla. Hah dedim, bir popçu güdümlü lakabımız eksikti. Benzettikleri herife bak ya, kulüpte güneş gözlükleriyle dolaşmalar filan.

Bu bağlamda; lakabı T-Bone olsun isteyip de, Coco the Monkey ile kalakalan Costanza abimiz asla ve kat'a yalnız değildir.

* Şimdi efendim, kabul ki biraz mendeburuz filan; lakin öte yandan genelde tutarlı biri olduğumu da düşünüyorum. Sigarayı bırakıyorum diye 1 kere dedim mesela, götüm başım oynamadı, triplere girmedim bıraktım. Genelde dediğimi yaparım-yapmaya çalışırım. Allah halen daha liseli gibi sigara içmekte olan aileme de bırakmayı nasip etsin, amin.

* Gece karanlıkta okumak için bir başucu lambam var, tutacaklı mutacaklı böyle. 2 gece önce yatağın üzerine, kafamın hemen yanına koydum, artık ne yayıyorsa ortalığa anında ağrı yaptı başıma. Ki baş ağrısı pek bilmem. Orada hareketle, her an elimizdeki/cebimizdeki bu cep telefonları neler yapıyor allah bilir. Şu aletleri gece yatarken odanızın uzak noktalarına koyun abiler-kardeşler, kafanızın dibinden uzak olsun en azından. Kardeşimi en sık uyardığım konulardan biridir, bir türlü alıştıramadım.

* Twitter dediler, kafamı sktiler, açtım; daha 2. günü o Nur Yerlitaş mıdır nedir onun beğenmeme suratını yapmak suretiyle bakmaya başladım ekrana. 2 hafta geçti, yok babalar benlik değil bu dedim, kapadım. Ondan sonra sıra instagrama geldi; twitter kadar olmasa da ilk başta buna da biraz dudak büker gibi oldum (kanımıza işlemiş) ama biraz kurcalayınca hoşuma gitti gibi sanki, deneme sürecini devam ettirme isteğindeyim. Fena değilmiş yani; gevezelik yok, kareler konuşuyor.

"Eyes of a Stranger"

Geçen akşam ahırdan beter sıkışık haldeki 49 ile eve dönerken gördüm ansızın.

O, daha fazla kişinin binemeyeceğini düşündüğümüz, yok artık başka nereye alacak bu kaptan diye aslında pek de geçerli olmadığını içten içe bildiğimiz serzenişlerden birini yapıp; aynı anda da durağın pas geçilmesi sonucunda dışarıda kalacak olan potansiyel yolculardan yana vicdan azabı çekme hallerine girmek üzere olduğumuz saniyelerden biriydi. İlk o an fark ettim.

Biraz zaman geçtikten sonra, camın buğusu ve ıslaklığı tam olarak nerede olduğumuzu görme noktasında işimizi olabildiğine zorlaştırırken, durağı kaçırmamak amacıyla serbest atış sırasında hücumcuyu box-out eden basketbolcu triplerine girmiştim ki; aynı anda, yani şu duraktan da binen olmasa diye düşündüğümüz dakikalarda olsa gerek, göz göze geldik 2 saniyeliğine.

Başka nereye sıkışacağız mnaki düşüncesi, havalı kapının o meşhur açılış sesiyle birlikte enseye inen ani bir şaplak haylazlığında yok olup gidiverdi birden. "Toplum" olarak en "toplu" empati anlarımızdan biridir bu, kayıtlara geçsin. Bu şehrin otobüslerinde, her zaman biraz daha fazla yer vardır.

Kapının içe doğru açılması nedeniyle öne doğru kaykılmıştık çaresiz; lakin bu öyle bir kalabalıktı ki, duraklara yaklaşıldığında kapı ışığını kontrol ettikten hemen sonra kapının açılış açısını hesaplayarak pozisyon alan biz 30 küsür senelik İstanbul kaşarlarını dahi çaresiz bırakmıştı. Yoksa, ayıbettiniz, kapı açılışlarında ilk dürtümüz her zaman omuriliğimizi korumak olmuştur; İstanbul adama bunu öğretir.

Neyse.

Uzun zamandır böyle bir çift göz, böyle bir bakış görmemiştim. Çok değil, 2 saniye göz göze geldik ama gerçekten etkilendim. Sigarayı bırakıyorum dedim, götüm başım oynamadı tak diye bıraktım. Söz vermek göt vermeye benzemez yani, idrakindeyiz her daim... Benzer iddiada bir sözü de, bir daha aşık olmam ülen diyerek telaffuz etmiştim çok seneler evvel. Ha, bu hissizliğin de zaman zaman insanı yorduğunu kabul edecek kadar delikanlıyız ama.

Yolun devamında, 30 saniyede bir kendimi tutamayarak kaçamak bakışlar attım. Kötü değildi lan niyetim, o hengamede güzel ve gönlümü açan bir şeyler görmek istiyordum sadece. Yoksa, Rust Cohle abimizin dediği gibi, pesimist sayılan realistim olum ben; bu yarım saat-45 dakikalık kısmi münasebetin kırlarda el ele dolaşılan bir manzara haline gelmeyeceğinin zaten hali hazırda bilincindeydim.

Gelin görün ki, duyduğum bir başka ses sayesinde tüm bunlardan irkilip kendime gelişim de en az o kapının açılışı kadar ani ve "şaplakımsı" oldu... Ne yapalım kader utansın, sonuç olarak biz halen daha sözümüzdeyiz:

"Bir sonraki durak: Kağıthane Garajı"

31 Temmuz 2014 Perşembe

Bayram Enstantaneleri

Sarıyer'de geçirdim bayramı. Epeydir gidip kalmıyordum, bayram güzel bir bahane oldu.

Ramazanın bitmesiyle birlikte müthiş bir nem çöktü ülkeye. Bir çok şehirden insan aynı şeyi söylüyor, nefes alamıyoruz diyor. Nitekim İstanbul'da da özellikle deniz civarı ilçelerde nemin daha yüksek olacağı söylenmişti fakat böylesini beklemiyordum. Yani Sarıyer'i daha önce böyle görmemiştim. Sürekli sinekler ısırıyor gibiydi gövdemizi.

Martılar sıkıntı yaratacak raddeye gelmiş artık. Çoğalmışlar ya da huy değiştirmişler. Annemler ve teyzemler, gençliğimizde böyle değildi diyor, onların gençliğini bırak benim çocukluğumda bile bu kadar değillerdi. Susmuyor namussuzlar, bağırışları da normal kuş bağırışı değil; yavaş başlayıp sonradan açılan, toktan tize giden katmerli acı bir haykırış gibi.

Hal böyle olunca bayramın ilk gecesi uyuyamadım. Sonra dikkat kesildim ki -camlar açık yatıyoruz haliyle- zaman zaman yükselen, zaman zaman alçalan bir ses geliyor. Biri durmaksızın konuşuyor. Ara sıra da, allaaaaaaah diye nara atıyor... Ulan nerden geliyor bu ses diye düşünürken fark ettim ki, sesin kaynağı Yuşa Baba tepesi. Hafif, nazlı rüzgarın akorduyla ses de yükselip alçalıyor. Ama böyle bir vaaz verme şekli yok; dayı susmuyor. 1 gibi yatağa girdim, saat 3 oldu, bu süre boyunca 2 dakika susmadı-tökezlemedi adam.

1 saat kadar uyuyup sabah ezanıyla uyandıktan sonra, yatakta dönüp dururken aklıma bir hikaye geldi. Sıfırdan yazdım yani. Güldüm sonra, sabah kalkınca not alırım dedim, unuttum. Babam senelerdir yaptığı gibi gözünün önünde duran çoraplarını göremeyip bulamadığı için annemi uyandırıyor, annem buna sinirleniyor, annem sinirlenince ben hepten coşup kalkıyorum ve bir Rust Cohle repliği yapıştırıyorum babama; cart curt Marty diyor tabii Rust.

Babam cevap veriyor: Marti kim a.ına koyim.

Jerry'nin uykuluyken aklına gelen bir espriyi not alıp da uyanınca yazısını okuyamadığı bölüme benzedik... Böyle başlayıp devam eden bir şeydi ama hatırlayamıyorum, içime dert oldu anasını satayım. Neyse siz beni böyle kabul edin.

Bir neyse daha.

Aile kabristanımız Garipçe köyündedir bizim. Bayram nedeniyle gittik haliyle... Karadeniz'in Marmara ile birleşmeye başladığı sulara bakan, doğa harikası ufak bir yerdir Garipçe. 2000'lerin başına kadar hala su almaya oraya giderdik, damacana girmezdi eve. Mezarlığı da hafif tepeliktedir böyle, manzarayı seyrederek püfür püfür yatar rahmetlikler. 3. köprü inşaatı başladıktan sonra ilk defa gitmiş bulundum ve tanık olduğum manzara karşısında içimin nasıl acıdığını tarif edemem. Hele annem, o tam ağlamaklık oldu. Katletmişler resmen orayı, eski halini bilip de gördüğü zaman daha fena oluyor insan. Yolu düşen biraz daha uzatsın, gitsin ve bu katliamı yerinde görsün. Halka hizmet kisvesi altında yedirdiğiniz yalanlarınızın da, rantınızın da, kabarık banka hesaplarınızın da allah cezasını versin. 

Sahilde, haşlama mısırcıların kebap mısırcılara bariz bir üstünlüğü var artık. Bu da böyle değildi eskiden. Gönlümüz her daim kebaptan yana! Köşede kalmış, o kötü yer seçimi ve pısmışlığı ile takılan dayıyı bulduk, patlattık bütün kuzenlere birer tane. Anne tarafında en büyük torun ben olunca hesabı kitleyemiyoruz tabii kimseye ama olsun ahah.

Kediler bıraktığım gibi. Hala kavga ediyorlar en ufak şeye, onlar da semtin mazisi gibi bıçkın ve arızalı. Adapte olmuşlar, hepsinin façası bozuk, alışmışlar ve öyle yaşıyorlar. Bizim evin bahçesinde yanlış bilmiyorsam 4. nesilden bir aile yerleşmiş durumda, bunlar tatlı; ilk 2 nesilleri öldü, anneleri gitti, kendileri ise orada takılıyorlar 4 kardeş. İçimizi erittiler, kedi sevmeyenimiz bile sevdi, eşşolueşşekler. Yengemin bir bakkala gidişi var ki bu 4 fedaisi arkasında ördek yavrusu gibi takip ediyorlar, sonra da yine onunla birlikte geri geliyorlar.

O değil de;

Güzellikleri barındırır benim için Sarıyer. Haddinden fazla maziyi... Kişiliğimden iyi yönde ele alınabilir olarak kurtardığım tüm özellikleri temsil eder o ev. İyi yönlerimin tümü oradan miras kalmıştır bana, genelde hangisi galip gelir emin değilim ama kötü ve zararlı yanlarımla savaş halindedirler hep... Yani, denge unsurumdur lan benim işte. 

Bu yönler o ev ahalisinin oluşturduğu ortamın bir getirisidir, en azından ben öyle hissederim. Ailenin diğer tarafıyla zıttır bu açıdan, akıl sağlığımı korumamı sağlar; gülebilmemin, kafamı yerinde tutabilmemin, bir limana sığınabilmemin merkezidir. Daha önemlisi; geniş bir ailenin fertleri arasında en ufak bir çıkar ilişkisi ve maddi güdü olmadan, o insanların birbirlerini sevebileceklerini hatırlatır bana. Bunu her seferinde kanıtlar, hızla kötüye çalan bu dünyada. 

Kutsallık başka nasıl bir şey olabilir ki?

Sanırım bu ortamı yaratabileceğime ve sürdürebileceğime inandığımda, bundan emin olduğumda... İşte ve ancak o zaman bir yuva kurmaya layık ve hazır göreceğim kendimi. Ondan gayrı, Bay Cohle'un da dediği gibi; kadın-erkek ilişkisinin çocuk yapmak haricinde yürümesi gerekmiyor zaten...

19 Haziran 2014 Perşembe

Sıradan Geneller - Tarafımızdan Öğrenilemeyenler

Bazen olaylara biraz gizem süsü verip, insanlarda biraz da rüşvet dürtüsü uyandırayım derim de; olmaz, beceremem. Elini yavaşça sok ve al

Var bizde böyle; herkesin çat-çut yaptıklarına akıl erdirememe, toplumun genelinde "biliniyor" kıvamında olduğu için bizim de insanların gözünde "biliyor" sayıldığımız şeylerden yana daralma durumları filan. Çocukluktan kalan, ta o yıllardan sinen korkularımla ben ne ticari atılımlara ne de patron olma sevdasına yelken açamadım, açmak da istemedim.


Ha korkum vardı da birikimi değerlendirmedik olayı değil, para var gibi konuşmayalım; yok, orası ayrı. Çocukken aile fertleri o şekil takıldı, büyümüşken hayatımıza bir dönem başka bir yerde girmiş olan insanlar o şekle geldi; biz yine arada kaldık. Sıçtı batırdı gerçi çoğu... İş yerine 10.30'da giden genç patron mu olur lan? Alıverirler adamın aklını, para hiç kimseyi iş insanı yapmaz. Yapar da, tek başına devamlılık sağlamaz.


Adam para yatırıyor, bir yer açacak, oh öyle kolay hallediyorlar ki... Ben onun yerine sıkılıyorum; lan diyorum bunun belgeleri/izinleri nedir? Nereden-nasıl alınır? Daralıyorum geri çekiliyorum. Bir başkası bakkaldan bira alır gibi ev/araba alıp satıyor, dışarı çıkmışız bana anlatıyor; lan ben hayatımda bir kere araba sattım, az kaldı bağıracaktım "şu arabayı yarı fiyatına bıraksam evrak-devlet işlerinden kurtarmaz mı beni?" diye... İnsanlar alışmış, biz dışarıda kalmışız yemin ediyorum. Kim bilir, o yüzden büyük adımlar atamadık belki de. 


Senelerdir düzenli şekilde ayda bir gittiğimiz bankaların raconunu ezberleyemedik oğlum daha, hala daha sıkıntı basıyor her ay yaptığım şeyi yapmaya gidince, neyin işletmesini açayım? Vergi levhasını nasıl çıkartacağımızı bilemeyiz de, onun yerine Alex Skolnick posteri asarız biz. Adam sakalının yolunu yapmaya çalışırken anlamayız da, yazık acıktı herhalde diye un helvası ikram eder hepten rezil oluruz. Bozar bizi kısacası bu büyük işler, bozar.

7 Haziran 2014 Cumartesi

Metronom Keşfim

Şimdi şöyle bir şey var ki; yanlış lastik seçimiyle piste çıkan F1 pilotunun dramıdır bu.

Bir sabah çıkmadan havaya baktım, hafif kapalı; yarı bot-yarı normal ayakkabı şeklinde bir pabucum var, dedim ki onu giyeyim. Amma velakin hava yağmayınca, yani bu ayakkabının altı kup kuruyken binanın içinde CAAAĞĞRRRTT CIIĞĞĞĞRRTTT diye ötüyor olacağını hesaplayamadım.

Koridora çıkıp su almaya gideceğim, kahve almaya gideceğim; sıkıntı. Hadi kahveyi aldık diyelim, hadi sen onu hallettin; içip bitirdikten sonra çişin gelince ne olacak? Yine sıkıntı.

Gün içinde olabildiği kadar az yürümem gereken bir haldeydim. Sokak ortasında bir çift kavga eder de çevre binalardan teyzelerin önderliğinde meraklı kafalar pencerelere çıkar ya hani... Şimdi ben her yürüdüğümde millet dikkat kesilecekti bu tarafa gelen ne lan o? diye. Yok böyle ses, keşke melodik bir şeyler olsa bir nebze kurtarabilirdik.

Çalgıcılar, daha güzel tabiriyle müzisyenler için çok önemli şeylerden biri olan "metronom"un kendi açımdan önemini keşfedişim de yine böyle bir absürdlüğe denk gelir, durun ondan da bahsedeyim durun... Koşu bandında bir baktım ki; 9/9.5 hızda adım atışım ile Running Wild - Dr. Horror şarkısının davulları birebir örtüşüyor. Aylarca bu şarkıyla koştum o hızda koşacağım zaman.

Gülmeyin hırtlar, bu benim için ne büyük keşif bilir misiniz bre hoyratlar?

Senelerce konser kaçırma, festivalden festivale koş, bar programı gecelerinin önde gelen air-guitarcılarından biri ol; fakat tüm bu seneler boyunca metronomla (belki de o garip aletiyle) yeri geldiğinde inceden inceye dalga geçerken, seneler sonra alakasız bir anda bunun önemini ve işlevini anla... AZ OLAY MI LAN? HA?

Bahsettiğim şarkıdaki kick/trampet koordinasyonunda her bir vuruş benim bir adım atışıma mükemmel şekilde denk geliyordu. Allahım! O benden başka kimsenin olmadığı salonda bu keşfim sayesinde keyfime keyif eklenmiş, çok mutlu olmuş, daha da bir şevkle çalışmaya başlamıştım. Çiftlerin duyunca el ele tutuştuğu şarkıları varsa ne olmuş yani olum, benim de artık duyunca koştuğum bir şarkım vardı!

Ne olduysa şu akıllı telefonlardan aldıktan sonra oldu. Sonra diyorsunuz ki yeniliğin ve değişimin en büyük düşmanısın... OLURUM TABİ LAN! Ben bu telefonu almadan önce, günlük hayatta ve sporda dinlediğim şarkılar biraz değişiklik gösterdiğinden, ikinci bir mp3 alayım da listeleri ayırayım diyordum. Telefonu alınca yeni mp3 aletine gerek kalmadı, hali hazırdaki mp3 aletini de yalnızca sporda dinlediklerime tahsis ettim.

Ama böyle olunca, sildiklerim sebebiyle şarkıların sırası kaydı. Evet kaydı. 

Yani bir kaç ay önce o bomboş salonda Running Wild - Dr. Horror ile metronomun kitabını yazıp mutlu mesut metronomik koşularımı yaparken, şimdi hiç haberim olmadan bu şarkının hemen ardına çok alakasız davul atakları (allah cezanı vermesin Tom Hunting) ve tamamen farklı temposu ile Exodus - Exodus gelmişti: Üstüne üstlük şarkı stüdyo kaydı değil, Another Lesson in Violence versiyonuydu... ve ben artık çalıştığım salonda tek başıma değil; sağım-solum-önüm-arkam cıncıklarla çevrili haldeydim.

Şarkı bittiğinde kafiyeli bir şeylerle devam edecek liste beklentisinde olan bünyem; Exodus - Exodus girişi, nalet Tom Hunting atakları, Zetro'nun çığlıkları ve kendinden geçen seyirci sesleriyle sarhoş olup; Korkusuz Korkak'ta Gaddar Kerim'in yumruğunu yiyip Kemal Abi'nin önünden sallana sallana geçen iki kafadara dönmüştü.

Tamam lan uzatmıyorum: Tökezledim olum bantta. Her tarafım güzel kızlarla çevriliyken tökezledim. Bunun 1 ay öncesinde de nefes verirken tükürmüş ve fark etmemiş ayaklarda devam etmiştim zaten... Artık güneş gözlüğüyle çalışıyorum.

Metronomu keşfedişim işte böyle... Yakındır tek telden Rock Bottom solosunu çıkarışım.

17 Nisan 2014 Perşembe

Ofissel Dram (A Dirge)

Öğle yemeği vakti, fazla yediğimi ima ederek, maşallah tepside de yer kalmamış dedi. Oysa ki verdikleri kadar almıştım... Kenny Bania'yı başından def etmeye çalışan Jerry tonlamasıyla, hepsini tek tabağa koymadılar dedim. Anlamadı. 

Anlamaması önemli değildi o sıra, sadece önümdeki yoğurda odaklanmak istiyordum zira... Bırakmadı, sen de baya yavaş yiyorsun diyerek, tartışmaya değer tek yanı gerekliliği olan bu sohbeti devam ettirme amacında olduğunu kararlılıkla ortaya koydu. Artık kaçış yoktu. 

Siz hızlı yiyor olmayasınız sakın? diye cevapladım, 2,5 saat sonra püskevitleri ve krakerleri eşelemeye başlayacak kişilerden olmasının enteresanlığı eşliğinde; bizim tepsilerde o kadar yok yav, ondan dedi.

Ananın .mı şeklinde cevaplamak istedim, yapmadım.

Şarkılar vardır ya hani; isminin yanında parantez içinde bir ismi daha vardır, şarkının göbek adı gibi durur orada. Çok şekildir lan aslında, enteresan durur böyle, şarkıya daha dinlemeden gizemli bir derinlik katar. Testament - Musical Death (A Dirge) çalıyor kafamda bir kaç gündür, oradan hareketle geldi aklıma, ondan öyle yazdım başlığa. Bu tip şarkı ismi örnekleri çoğaltılabilir fakat her neyse, demek istediğim anlaşılmıştır sanırım.

Şimdi şu var ki; çay, kola ve yaş pasta sevmemek, bu toplumda söz konusu bireye en büyük dramları ve sinire kesmeleri yaşatmaya aday bir durumlar topluluğudur; nokta anasını satayım - piriyıd.

Suç mu hırt, kabahat mi lan, kabalık mı birader?

Öğle yemeğinde üstünkörü yemek yer bizim insanımız, 5 dakikada kalkar, halbuki en sağlam yemesi gereken öğündür bu. Sonra sana yukarıdaki gibi derler ki; maşallah hem baya yemek almışsın hem de yavaş yiyorsun.

Ben çok almadım oğlum, yavaş da yemiyorum; ortada illa bir durum tespiti gerekliliği varsa, bence sen biraz mallık ediyorsun olay bu. Öğle yemeğinden kalktıktan 2 saat 15 dakika sonra bu sefer market turunu başlatıp, ortalığı simit/çikolata/çörek/kuruyemiş ve krakere boğmak suretiyle çelişkinin en kralını yaşadığınız yetmezmiş gibi; bir de "kilo alıyoruz - nasıl veririz ki?" kaynaklı sohbetler açarak tüy dikiyorsunuz. 

Gıdın olmuş zaten arka kolum kadar, halen ekmek arası helva peşindesin. Hadiyin lan! Bırak benle bıdı bıdı!

Çalışanlardan birinin doğum günü diyelim; ve bir güzellik edilip pasta alınmış... Tamam eyvallah. Ben o pastadan yemedim diye "nası adamsın yeaa" lafını duydum lan ahaha... Bu doğum günü ve pasta zırvalarından yana kendim gibi sıkılıp/daralan, istemsizce kasılan bir insan daha gördüm bu arada; garip geldi. Hislerini paylaşıyorum abi. Ama bu sıkılganlığını 20 saniyede atıp, terlemiş alnını silişinin hemen ardından, eskiden yapıldığında amele işi denilip dudak bükülen fakat ismi son zamanlarda selfie olan fotoğraf şeklini çekenlere yanaştığını da fark etmedik sanma hani.

Neyse, yaş pasta diyorduk... Yemeyeceğimin haberi öyle bir yayıldı ki, durumla ilgili ufak bir açıklama yapmak için hafifçe yukarıya kaldırdığım elim öylece kalakaldı. Sanırsın gemideyiz ve aniden önümüzde koca bir buz dağı belirdi, onu haber veriyorlar.


+Yemiyor muymuş?
-Yemiyormuş galiba

+Yiyor mu?
-Yok yok yemiyor

+Sordunuz mu?
-Sorduk istemedi

+Yemeyen kaldı mı
-Sordum o yemem diyor

-Doğum günü pastası bu ayıptır
-Nası yemezsin yea


Midem bulanıyor oğlum yaş pastadan. Hepsi bu. Evet yalnızca bu. Youtube'u kapatan benmişim misali yaygara koparmaya gerek var mı yani? Bu yiyeceğe midemin bir tepki veriyor oluşu hakkında, illa Peter Griffin gibi çıkıp tüm birikimimizi harcayarak televizyonda reklam yayınlatıp ulusa mı seslenelim?

Hi, I'm Peter Griffin. You know there is an issue facing many Americans today that I know concerns a great number of us. According to Gallop Polls; 1 in 12 American's is unaware that the Bird is the Word. I for one, dream of an America where everybody knows that the Bird is the Word.

Hayır günün tekinde getireceğim 1 şişe Jameson, koyacağım lakkadanak diye masanın ortasına... Sonra meşaleyi yakıp bağıracağım İÇMEYENİN ANASINI AVRADINI diye. Rahatlayacağım, ödeşmiş olacağız herkesle : )

Şaka bir yana, esas sinir edici yan etki de şu ki; böyle saçma muhabbetler yüzünden milletin kafasında ortamı bozan, katılım göstermeyen, kendi kabuğundaki -hatta yerine göre artist- kişi haline geliyoruz. Hep böyle sandılar be Mahmut abi, yeminle bak... Katılım gösterme mecburiyetinde olmasak da, ultra uyumsuz ve kaprisli sanatçı da değiliz be güzel abim, sen bana inan.

Olsa olsa; ağız gargarasıyla ağzını çalkalarken gelen hapşırığını tutamayarak lavaboyu boyayan, otobüse orta kapıdan bindiğinde kalabalık yüzünden kolunun kapıya sıkışmasından çok elden ele göndereceği akbilin başkasınınkiyle karışmasından tırsan, mütemadiyen tükenen kalemlerin ismine tükenmez kalem demekte ısrar eden ruhlarız en nihayetinde... Hasta ruhlar. Hasta ruh İsmail'ler.

Kapatın lan o pilot kalemin kapağını, ucundaki mürekkebi kuruyor yazmıyor sonra.

24 Mart 2014 Pazartesi

Süregelen Takıntılar 6

* Hamur ile bu kadar içli dışlı yaşayan bir toplumun göbek/basen/gıdı; kısacası genel kilo problemi yaşaması şaşırtıcı mı yani? Sabah işe giderken şöyle bir bakın, ben bu sabah daha dikkatli baktım siz de bir dahaki sefere öyle bakın, simit&poğaça konseptli mekanların sabah saati demeden dolup taşmasının yanı sıra bir de sokakta herkesin elinde hamur işi bir yiyecek var. Nasıl bir alışkanlık la bu? 2 bardak su iç, 1 kase yoğurt ye desen yanaşmazlar ama. Şişersiniz tabii ondan sonra.

* Buradan, otobüste son durağa gelindiğinde ısrarla kapı düğmesine basan ablaya seslenmek istiyorum: Zat-ı şahanelerinizin araç içerisinde unutulma ihtimali yok be ablacım, gönlünü ferah tut sen... Kapının düğmesine basmasan da, son durakta o kapı diğer kapılar gibi açılacak ve sen de tıpkı yolculuğu paylaştığın diğer herkes gibi otobüsten inerek işine-gücüne doğru yol alacaksın. Sıkıntı yok!

20 Mart 2014 Perşembe

İhsan Oktay Anar

1960 doğumlu. Lisans, master ve doktora eğitimini Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde yaptı. Halen aynı okulda öğretim üyesi. Yayımlanan kitapları: Puslu Kıtalar Atlası (1995), Kitab-ül Hiyel (1996), Efrasiyab'ın Hikayeleri (1998), Amat (2005), Suskunlar (2007), Yedinci Gün (2012)

Kitaplarının başındaki tanıtım yazısı böyle.

Durun len durun böyle alıntı yaparak bırakır mıyım ben, ayıp ettiniz.

Eski iş yerinde binanın önüne çıktık sigara içiyoruz. Davul gibi olmuş kafamda iş çıkışı nerede biralayayım sorusu dolanırken yanda 2-3 kişi edebiyat sohbetine girmiş, birbirlerine kitap filan tavsiye ediyorlar. 

Bizde de artık doğuştan mıdır bilemiyorum dışarıya hafif bir öküzlük sinyali verdiğimizden olsa gerek; yok, pek bilmem şekli bir yanıt bekleyerek, o lanet olasıca parfümünün aslında ne kadar boktan koktuğu bugüne kadar kimse tarafından kendisine söylenmediği için üzerinde anlamsız bir özgüven olan eli sigaralı hatun, kitap okur musun? diye bir soru sordu.

Evet dedim, ayda 2 kitap bitirmesem de ara sıra takılırım, özellikle yatmadan önce okumayı severim. Sonra bu mendebur gidince sohbete biraz daha dahil oldum ve şu an ne okuyorsundan hareketle, BENİ DE AL CASTİN diye bağıran ergen kız heyecanıyla, Buz ve Ateşin Şarkısı dedim. Namussuz George R.R. Martin'in avucunun içindeyiz çünkü bir kaç senedir... 

Normalde böyle fantastik falan filan dalgalarına pek merakım yoktur; fakat bu adam gerçekten başkaymış dedim. Onun üzerine güzel bir abimiz vardı iş yerinde kulakları çınlasın, bir de yerli edebiyatın fantastiğine şans ver dedi ve İhsan Oktay Anar'dan bahsetti.

Ben ilk başta hakikaten pek algılayamadım. Nasıl oluyormuş lan bu yerli fantastik diye düşündüm; zamanında melodik death metal tabirini ilk duyduğumuzda da böyle bir efelenmiş ve Death death'tir oğluuum ne melodiği? diye triplere girmiş kimseleriz çünkü en nihayetinde. 

Bundan bahsetmedim tabii de, sakın tüplü Ferrari gibi bir şey çıkmasın Bekir abi dedim. Velhasıl kronolojik sırayla okumaya başladım İhsan Oktay Anar'ın kitaplarını ve seneler sonra beni yerli edebiyata çekmeyi başaran kişi oldu kendisi. 

Bol bol Arapça/Farsça/Osmanlıca terimler barındırır yazdıkları, uzun cümleler kurar, bir sürü hikayeyi bir çok farklı koldan anlatır ve sonunda bunları birleştirir. 8 kollu bir otoyolun en sonda ortak bir yere bağlandığını düşünün, ahanda tam öyle işte. Bilinmedik kelimeler azımsanmayacak ölçüde var; fakat enteresandır adamın yazdıkları bu bilinmedik kelimelerin kimi yerlerde fazlaca kullanımına rağmen gayet güzel anlaşılıyor. Akıcılık kaybolmuyor. 

Genelde, hadi lan bu neymiş böyle deyip sıkılarak bırakır insan fakat bu kitaplarda iş öyle değil. Hele bir Amat var ki; dil haricinde baştan aşağı bir de denizcilik terimleriyle bezeli, klişe olmasın, okurken güvertede emirler yağdıran Jack Sparrow gibi hissediyor insan kendini.

Kendisi eski İstanbul'un ara sokaklarından öyle yerler tarif ediyor ki, ben İstanbul semt çocuğu filan dedim. Fakat İzmir'liymiş, hayatında İstanbul'a o kadar da çok yolu düşmemiş... Tasvir yeteneği inanılmaz kuvvetli bence; ve iş mekan/zaman tasvirlerinden ziyade kişisel tasvirlere gelince gayet de eğlenceli yapıyor bunu, okurken güldüğüm yerleri çok oldu. Üslubu için, bilmemne tekniğini kullanıyor filan da diyorlar fakat o teknik taraklarını bilmiyorum ben, boyumu aşan laflar etmeyeyim.

Kitab-ül Hiyel hariç, kitapları 250 sayfa civarında. Fakat öyle boşluklar bırakarak geniş puntolarla yazan yazarlar gibi değil, 250 sayfa dediysek dolu dolu 250 sayfa. Sonuç olarak kitapları 7-8 ay içinde kitap rafımda sırasıyla dizili olacak dereceye (evet ruh hastasıyım, var mı?) geldi kendisi. Yeni kitabının bir kaç senesi vardır diye düşünüyorum, hasretle bekliyoruz.

İlk defa okuyacak olanlara tavsiyem, siz de benim gibi yapın ve sıralı okuyun. Ben tüm kitaplarını beğendim; fakat ilk kitap Puslu Kıtalar Atlası ile Amat bir başka desem yeridir.

Bir kaç ay önceydi bunu yazışım. Şu Amat'ı tekrar mı okusam acaba diye düşündüğüm günlerde burada da dursun dedim, ne çıkar yani?..

2 Mart 2014 Pazar

Bu Mülakat da Benden Size

Mülakatlar olur ya hani... Kendini 2.8 kelimede nasıl anlatırsın, seni neden işe almalıyız, kendinle ilgili sevdiğin 3 yönün nedir filan fişman diye sorarlar. Biraz da biz uyuzluk yapsak çok mu olur dedim yahu, hayallerde yaşıyoruz hani?

Tamam, var elbet kahve ısmarlayıp sohbet edenleri... Ama hedef kitlemiz sıkıntılı olanları. Kurumsal çarkların emrinde uyguladığı adımların dramını yaşamakta olan İK çalışanı; ihtimal vermek istiyorum senin de saçma bulabileceğine tüm bu adımları. Of be anam; varsa sizin de bir dramınız, beklesin sırasını.

Beni hafiften Kemal Abi'nin Kiracı'da girdiği hislere sokan bir şiiri tarif edeyim dedim aşağıda; aylık onbinler kazanan, janjanlı pozisyon isimlerine sahip, ahlaktan çok elbise kumaşı kalitesini önemseyen malum takıma... Bileni çıkarsa bedavaya çalışmaya başlarım ona, daha da heyecanlı olur.

Şehir hayatında rutinlerin içine girmiş ve hepsiyle bütünleşmiş olan bir yolculuğun, hayata dair zihnimize yansıttığı özlemleri su yüzüne çıkarışıdır bu bence. Sevmediği bir şehirde, hoşnut olmadığı bir koşuşturmacada yapılmakta olan hayat mücadelesi, bir başka deyişle… 

Dört bir yanı sarmış olan bıkkınlık, bizzat kendisinin nedeni olan şeylerle yaşamaya devam etmemiz gerektiği noktasındaki gerçeklik ile çarpışıyor: Bu çemberden kurtulmak için kurulan planlar, hayata geçirilemediği her an, kendi özlemini daha da fazla büyütüyor içimizde.

Geçip gitmekte olan zamanın, dozu gittikçe artmaya meyilli olarak bünyemize salgıladığı tedirginlik, sorgulama yeteneğimizi köreltiyor belki de. Doğru soruları soramamak, sonuçları görmemizi engelleyip, rutinden kurtulmak uğrunda uygulanmak istenen planların aldatıcı tatlılığına tatlılık katıyor belki de: Görmek istemediğimiz, ulaşmakta zorluk çektiğimiz gerçek; bizi bekleyen acıyı saklıyor olabilir mi?

Farkına varılan ikilem, sonsuz bir döngüde kapısını aralıyor başka ikilemlerin. Artık zihindeki yorgunluk kaçınılmaz… Öyle ki, ileriyi düşünmekte olan zihin, teselliyi ve bir nebze dinginliği orada bulmayı umduğundan mıdır bilinmez, hatıralara teslim ediyor kendini.

Akmaya başladı mı durdurulması güç bir süreçtir hatıralar geçidi. Beraberinde güzelleri getirdiği kadar, pişmanlıklarla dolu olanları da sürüklemişliği vardır. “Keşke”ler bitmez ve bitmemiştir; yeri gelir vapurun sesinde bile hissettirebilirler insana kendini.

22 Şubat 2014 Cumartesi

Akıllı Bahanelerim

Cem Yılmaz, üstüne yapmalı sabah kuşağı kadın programlarını anlatırken iyi; biz, kestirmeli yeni telefona geçiş sürecini anlatırken mi kötü? Evet millet kestirmen lazım dedi, bayılır gibi oldum, nasıl yaparız diye resmen dört döndüm.

Maalesef benim için bir iç disiplinin, bir devrin, bir direnişin ve belki evet ufak da bir tutam inadın son bulduğu bir günü yaşadım geçenlerde: Akıllı telefon dünyasına adım attım. Daha doğrusu atmak durumunda kaldım. Ayrıca ilk defa taksitle bir şey aldım ama bu konu dışı - tarihe not düşmüş olalım.


Aldım geldik eve, sim mim dalgalarından yana hiç bir şey gelmiyor aklıma tabii... Acaba eski telefonun micro SD kartı buna olur mu diye düşünürken, bir baktım ki sim kartı olmuyor. İlk başta yanlış takmaya çalışıyorum galiba dedim; ama yok.


Sordum soruşturdum, kestireceksin dediler. 


Kestireceksin birader gibi illegal çağrışım yapan bir şey söylenince, benim aklıma direkt semt aralarında yarısı sönük harfli tabelalarında .... İletişim yazan tarz yerler geldi. Oralara da gideriz yani sıkıntı yok... Ama neyse ki operatörün resmi şubeleri de hallediyormuş. Sonra yaşanması muhtemel şebeke problemlerinden bahsedilince, yeni moda sim kart almak farz oldu. Öyle halledebildik...


Bak dakika 1, gol kaç ben sayamadım. Ulan bu geminin bir ayarı yok mu? Ulan bunu yapın gidelim!


Ayrıca tamam, ben dingilin teki olabilirim de, madem böyle kartın uymaması gibi bir ihtimal mevcut, sen yine bana usulen de olsa bir söyle; bir bakalım kartınız uygun mu de... Eve geldim şok yaşadım; bugüne kadar hep bok attığım teknoloji intikamını böyle alıyor galiba dedim... Zaten gelene-gidene senli benli konuşurlar, telefon alıyoruz ya bana Bey'li konuşmalar filan. Ona da ayrı tav oldum. 


O değil de sorayım mı lan size her şeyi? Ya beyler bu ajandaya nasıl giriyoruz yea?


Dur şimdi.


Yeri geliyor hareketli yerlere girebiliyoruz. Dedim ki ben kör topal da olsa eski telefonu atmayayım o zaman... 


4 küsür sene E72 kullandım. Şarjı 1 haftaya yakın giderdi, tapıyordum. Biraz fazla konuştuysam 3-4 gün - ki nadiren fazla konuşurum, sevmem... Müzik dinleyeceksem mp3çalar, oyun oynayacaksam bilgisayar açarım kafasındayım. Geçen ağustos ayında su girdi, 5 ay cebelleşerek ve ışıksız halde kullandım ama artık iflas etti. 


Geçen ay annemin eski telefonunu aldım, bir tuşta 3 harf sistemini unutmuşuz kimseye bir şey yazamaz halde buldum kendimi, ki telefon baya eski; fotoğraf çekeyim desen sıkıntı, mikrofonu da kısmen nanay.


Bir araştırdım ki artık hiç bir şey kalmamış piyasada. Ortalık bu akıllılardan geçilmiyor. Ayrıca ben dokunmatik ekranda yazma konusunda sıkıntılıyım, hiç tecrübem yok ama mecbur kaldım. Nokia'nın E72 muadili olarak güncel şekil piyasaya sürdüğü telefonlar resmen komedi. Neyi sevsem tedavülden kalkıyor, neyi kanıksayamasam tavan yapıyor demiştim... Diadora krampon bulmaya kalksan 40 takla atarsın bugün, ya da ilk dönemlerdeki kalitesinde bir Wilkinson jilet.


Neyse.


Bu akıllı telefon bataryalarının 1 gün dayanması olayına uzun süreler çok takıldım; ama geçenlerde okuduğum bir yazı, esasında bu aletleri salt telefon sınıfında değerlendirip bu noktadan yola çıkarak yapılacak kıyaslamaların pek de doğru olmayabileceğini gösterdi. Öğrenmenin ve düşünce değişiminin yaşı yok, bunu söylemek yanlış olmaz.


Yani bu kadar geniş alanlara yönelmiş bu aletleri kullanıyorsak, bataryalarını eski telefonlarla değil de dizüstü bilgisayarlarla filan kıyaslamalıyız sanırım. Zaten bu telefonla deplasman cart curt yapılmaz, eski bir tane her türlü lazım. Biz şimdi bilgisayarın bataryası 3 saat dayansa iyi diyoruz misal; ama akıllı telefon 1 günde bitmeye yüz tutunca bu nasıl iş diye hayıflanıyoruz... İyi de isminde telefon geçen aleti telefon olarak kullanmaktan başka her şeyi yapıyoruz ama?


Yani işte olaylar olaylar. Şemsiye içeride artık sevgili dostlar.


Gerçi içeride olmasına içeride de, girdiği gibi de durmuyor ama.


Yok jelatiniydi, kılıfıydı derken... Sanırım çocuk malzemesi endüstrisinden sonra en güzel bunda yaslıyorlar. Kestirirken aparata da kirve parası misali bir sakal dayarlar artık diyordum, yeni kart parasıyla yer değiştirdi sadece.


Daha önce yazdığım bir şey... Aynen almakta sıkıntı yok;


Schuldiner abi ta '94-'95 gibi yazmış da kaydetmiş 1,000 Eyes'ı, orada şunu diyor:


Privacy and intimacy

As we know it
Will be a memory

Satın almaya programlanıyoruz. Tüketmeye... Hep bir yenisini istemeye. Ruhumuzda var bu, doğamızda var. Belki de bunların hepsi bahaneydi, ben de sadece bir yenisini istedim. Eskiden Deliriyum'da vardı yazısı: Merakıma yenildim.

20 Şubat 2014 Perşembe

Pazarlama

Arkadaş adam susmadı ya, durmadı ki ben araya gireyim. Herif beynimi öyle bir çalkaladı ki salonu gezmeyi unuttum, çıkarken aklıma geldi arkamı döndüm, şöyle kısacık bir bakış attım ve devam ettim. 

Ha, salon bakıyordum da, girdiğim bir tanesinde böyle böyle oldu; girizgahı unuttuk pardon... Direkt ortasından daldık konuya.


Efendime söyleyeyim yok grafikler, yok web sitesi üzerinden şifreyle program kontrolleri, yok premium üyelik yok gold üyelik... Lan 6 aylık ne kadar 12 aylık ne kadar, kaçta kapatıyorsunuz ve salona hafif bir bakış. Tek derdim bunların cevabıyken yarım saat manifesto yedik metroseksüel abiden. Salon bakmak da ev bakmak gibiymiş sanki.


Sen de ne kıl adamsın demeyin, tamam ilgili olsunlar da çizgi kaçınca o yapmacıklık ve bir an önce ben buna geçireyim hissini alıyorsunuz. 


Bir de diyor ki; zamanlamanız müthiş, 80 kişiyle sınırlı yeni kampanyamız var ve 60 kişisi doldu, isterseniz hemen ön üyelik yapalım kaçırmayın. Hayırdır kupa finaline otobüs mü yapıyoruz? Bana mı yediriyorsun muhterem... Bedavaysa hemen yapalım ben 15 güne size net haber veririm dedim. Aynen dedim bunu. Maalesef 100 TL kaparo lazım diye cevap verdi ahaha. 


Millet çok çakalım, çok iyi pazarlamacıyım ayaklarında; halbuki bir bok bildikleri yok. Geçen operatörde de tarife değişikliği için "beyefendi fark vermeyin diye DENEDİM ama SİSTEM kabul etmedi, bu aya mahsus .. lira fazla ödeyeceksiniz" dedi görevli arkadaş. BİZİM tarafımızdalar ya hani sözde...



19 Şubat 2014 Çarşamba

Bir İbretlik Yanılgı

İşte size bir "ben ettim siz etmeyin" hikayesi... 

Kesinlikle zevklere saygı duymak lazım fakat lütfen benim yaşadığım şok da şu noktada hoş görülsün. Bu acı verici tecrübeyi size ufak bir hikaye kıvamında neşredeyim ki, gönül ve beyin sızlayışım bir nebze hafiflesin...

Dün hava da güzel olunca kuzenle buluşalım dedik. Çıktık Caddebostan - Şaşkınbakkal arası hem hava alıyoruz, hem de bali çekiyoruz... Bali bir süre sonra sıkınca, başka bir şeyler mi yapsak? dedi bu. Ne mesela? dedim. Sinemaya gidelim mi? diye sordu. Ben zaten salonların pisliğinden ve reklamların uzunluğundan bıkmış bir torrent müridi olarak, gitmeyelim dedim. Gidelim gidelim dedi. Gitmeyelim gitmeyelim diye cevap verdim. Ama inatçı puşt kafaya takmıştı bir kere: Gidelim gidelim gidelim dedi. En sonunda hay götü kuruyasıca tamam gidelim sus dedim. 

Hangi filme gitsek filan diye düşünürken, Herkül gelmiş ona mı baksak? diye sordu bu it. 

(İşte tam burada hayatımın mallıklarından biri başlıyor ve hikayedeki itliği ben devralıyorum)

Sene başında, ntvmsnbc.com'da, yeni sene içerisinde gelecek ve nispeten yüksek beklenti oluşturan 100 filmin bir listesi yayınlanmıştı. Hatta ben içlerinden 30 kadarını ayrıca seçerek kendi özel listemi yapmıştım. O listeyi bilgisayardaki not kağıdıma da aldım aynen. Herkül bahsi geçince, haa dedim (listeden bahsettim); Game of Thrones'daki Kit Harrington (Jon Snow) oynuyor, o listede not aldığım filmlerden biriydi diye belirttim. Nitekim güzel olabilir diye düşündük ve iyi bari ona gidelim dedik.

Ulan filme bilet alırken bir afişine filan bak dimi? Hıyar gibi adamız yeminle.

Neyse girdik; 10 dakika oldu yok, 20 dakika oldu yok; herhalde diyorum ansızın köşelerin birinden çıkmak suretiyle bir anda filme dahil olup, hikayenin gidişatında ani kıvrımlara yol açan çok önemli bir karakteri oynayacak bizim Jon Snow (şu noktada o filmin daha bu hafta geleceğini ve yanlış filme girmiş olabileceğimizi kabullenmiyorum daha)... 30 dakika oldu yok (film hakikaten kötü gidiyor), ben tabii alışamadığımdan olsa gerek cebimde internete girebilecek bir alet olduğunun farkında değilim, en sonunda kuzen lan şundan bir gir de Imdb'ye bak, biz başka filme mi geldik yoksa dedi.

Bir girerim ki, o filmin adı Pompeii imiş. Evet Pompeii. Bizi aldı bir gülme, sinirlerimiz bozuldu. Koltukta daha da aşağıya kaykıldık, izlemeye devam ettik. Velhasıl ben ki kılıç kalkan hastasıyım; bu kadar zorlama, bu kadar gereksiz bir film daha az görmüşümdür. Vücut gösterelim kaygısıyla film çekmişler ya lan... 4. sınıf Amerikan filmi olarak bir kaç ay içinde gece 02.00'de Kanal D'de izleriz bence. Tek olumlu yanı, Spartacus kardeşi gördük hoş bir anı oldu, o kadar.

Bak işsiz ve parasız olmanın güzel yanları da varmış. Hesabı mütemadiyen yanımdakilere kitlediğimden, bu filme 40 lira harcamanın dayanılmaz hafifliğini kuzenim tek başına yaşıyor şimdi. Ahaha. Çok kaliteli 3D gözlüğüm oldu ama film sayesinde, onu da belirteyim. Takıp Mecidiyeköy'de gezerim yani deli gibi.

Dimi lan kuzen?

15 Şubat 2014 Cumartesi

Gitmek Zorundaydın Be Arkadaş

Saat 06.20, Barbaros civarları. Hava henüz loşa çalan şekil karanlık; rüzgar çok, soğuk bol. Duruyorum o camili sokağın hemen kenarında... 10 dakika sonrasında birincisini yaşamak üzere, hayatımdaki kimi ilklerle tanışmak yoktu aklımdaki ihtimaller arasında. Biraz ısınmaya, biraz da o karanlık sokakta caminin köşesinden sağ elinde sürüklediği valizi ve öne eğik haldeki kafasıyla bana doğru yaklaşmaya başlayacak sureti seçmeye çalışıyordum.

Daha önce ağladığını hiç duymadığın/görmediğin bir insanın ağlamasına ilk şahit oluşun düşünülmeyecek kadar kötü, ihtimal verilmeyecek kadar garip ve eğreti bir anmış meğer... Yahu kardeşim, senelerce yüzünü görüp, sonra ansızın kendi sesini işitmediniz mi Kenan İmirzalıoğlu'nun? Hah, duyduğunuz o ilk anı düşünün ve ona 100 katın işte.


Bunun 2 gün öncesinde, hayatımda işittiğim en hüzünlü melodinin bir film müziği olduğunu anlatıyordum: Schlinder's List. Ne zaman duysam içimi dağlayan bu melodi, şimdi yukarıda bahsettiğim anın garipliği ve hüznü ile bir olup kafamın içinde durmadan dönmeye başlamıştı bile. Durduramıyordum... Durdurmak isteyip de durduramıyor oluşum, kendi kendine durmasını sağlayacak bir sebep miydi peki? Manyak mısınız oğlum, hayat hiç bu kadar adil mi?


Yetmezmiş gibi, Tarık Akan ile Halit Akçatepe'nin oynadığı Canım Kardeşim'in yine Schlinder's List'inkine yakın seviyede hüzünlü olan o gitar melodisi hemen arkasına yapışmıştı; ve biri eskaza yarım saniyeliğine es verse, otomatiğe alınmışçasına diğeri devreye giriyordu hemen. Dur bakalım, yağma yok, bu anı iliklerine kadar yaşayacaksın der gibilerdi bana. Filmde, çocuğun en büyük arzusu evlerinde bir televizyonları olması idi, Tarık Akan da en sonunda kardeşinin bu hasta haline dayanamayarak televizyon çalıyordu dükkanın tekinden.

Bir başka deyişle, çaresizlikten ve hüzünden çok kısa bir süreliğine de olsa uzaklaşabilmek adına belki de hiç bulaşmaması gereken bir işe bulaşmayı göze alıyordu; neyi göze aldığını ona düşündürtmeyecek kadar büyümüştü çünkü bu çaresizlik. İşte o anda ben, sabahın karanlığında Yıldız'dan yokuşa vurmuş, kafamda dönüp duran bu iki melodiye yan koltuktaki ağlayışıyla eşlik eden arkadaşımın 12 ay boyunca yaşayacağı çaresizlik için bir benzerini hissediyordum.


İnsanlar en büyük çılgınlıklarını böyle anlarda yapar bazen... Tarık Akan da televizyonu bu duygularla çalmıştır filmde. İşte bu yüzdendir ki, ben öyle bağıran-çağıran-böğüren-kendini jiletleyen kimselerin değil; bu tarz besteleri yapan insanların psikopat olduğunu düşünüyorum. Hadi psikopat demeyeyim, zihinsel bir anormalite değil söylemek istediğim zira, çılgınlık olsun adı.


Bu bestenin sahibi, Cahit Oben abimizmiş. Yine onun kadar hüzünlü olan En Büyük Şaban'ın müziği de onun eseriymiş aynı zamanda. O filmi ne zaman izlesem, kadının sonunda Şaban'ı gördüğü fakat onun usul usul uzaklaştığı yerde burnum yanmaya ve gözlerim sulanmaya başlar. Yani otomatik bir refleks olmuştur bende... O yüzden, oldu ki denk geldiysem sonunu izlemek istemem, geçerim.


Yani sen ne hissetmişsin, ne yaşamışsın, nasıl yanmışsın da hüznü bu şekilde melodiye dökebilmişsin be güzel abim? O izleyemediğim sahne misali, aynı zamanda bazı ve bu melodileri dinlemeye de çok nadiren cesaret edebilirim ben. Ben dinlemeye cesaret edemezken, adam bunları yazmış be kardeşim... Anlatabildim mi derdimi?

Allah belamızı bizi balık burcu yaparak vermiş; ara sıra dönemlik kırılganlık ve sıkıntılarım gelir, düşünceler basar dört bir yanımı... Öyle olunca bazen derim ki, bari şöyle melodiler çıkarabilecek bir zihnimiz olsaydı, dertlendiğime değdi! diyebilirdim o zaman belki. Evet sıkıntılı hallerimi kapitalize edebiliyor olsaydım etmek isterdim, bu kadar da netim. Yazayım yazayım da beleş mi dağıtayım, faturaları nasıl ödeyeyim sonra? Şaka be şaka, alın helali hoş olsun.


Zaten hayal bile kuramaz hale gelmişiz sanki... Yakın günlerde evin tekinin balkonunu gören bir arkadaş dedi ki, ulan şu balkonun köşesine güzel barbekü sistemi kurulur... Söylediğine refleks göstermemiş olmayayım diye hafifçe tebessüm ettim, ettim ama aynı zamanda da artık hayal bile kuramadığımı fark edip, hayal sahibini aynı anda hem yadırgamamaya hem de kıskanmamaya çalıştım... Hem araba sürüp hem de film izlemeye çalışmak gibiydi dostlar; işte o 2 saniyede çok yoruldu, belki de zaten yorulmaya bahane aramakta olan zihnim.

1 Ocak 2014 Çarşamba

Gerçek Hikayeler

Durum şu ki, gerçek hikayeleri konu alan biyografik filmlerin hastasıyız. Fakat hayatın hep böyle kafiyeli ilerlemesi de biraz zihnimi kurcalamıyor değil.

Hani bu tarz filmlerin sonunda, yer verilmiş yan karakterlerin filmin bittiği andan sonrasında hayatta neler yaptıkları ve nerelere geldikleri hakkında izleyene bilgi vermek adına ufak metinler gelir ya ekrana... İşte o metinler bana, ulan acaba hayat bu kadar mı net, bu kadar mı kafiyeli dedirtiyor bazen. Kendisi henüz bir çocukken, değer verdiği bir insan hapse düşmüş olsa, büyüdüğünde avukat çıktığını yazıyorlar o çocuğun. Hakikaten uygun son, helal olsun çektirtecek cinsten. Peki hiç mi başaramayanı yok be kardeşim? Evet avukatlığı hedefliyordu ama markette kasiyer oldu bizim oğlan dedirtecek cinsten hiç mi öykü yok?

Şimdi keskin bir geçiş yapacağız, dikkat edin.

Yine güneş gözlükleri ile olan imtihanlarımdan birine girdim zira.

Bayramlarda telefonlara gönderilen maniler var ya, dışarıdan çok dolu gözüküp de içinde bir bok olmayan hani... Onlar bir kenara da, dışarıdan dolu gibi gözüken her lafın içi öyle boş değilmiş işte. Bunun en güzel temsilcilerinden biri de ucuz mal alacak kadar zengin değilim lafı, ben geçen ay bunu anladım.

Genelde tanıdık vasıtasıyla gidilen ve şehrin en güzel yerlerinden birinde yer alması sebebiyle güven duygusuna güven katan optikte, görevli kişinin önerdiği gözlük markasının kulağa ALLAH ALLAH! dedirtecek kadar eksantrik gelmesi sonucu hepten aşka gelinen; akabinde yine aynı kişinin altın vuruş babında abi sana etiket fiyatının 50 lira altına bırakıyorum demesiyle aldım gitti! triplerine girmenin pek de kısa sürdüğü bu güneş gözlüğü alım sürecinde, hayatım boyunca hüsrandan hüsrana koştum dostlar be.

Şimdi tabii burayı biraz daha geniş ele almak lazım aslında. İnsandaki fiyat aralığı algısı önemli rol oynuyor, bu da kişiden kişiye değişiklik gösteren bir şey. Olay az kazanmak-çok kazanmak olayı da değil tam olarak... Fakat kim ne derse desin benim için 200-250 lira az bir para değil kardeşim, benim algım bu yönde. Ama piyasa öyle bir halde ki, bu fiyat aralığında aldığın mal ucuz mal kıvamında oluyor. Markayı da çok matah bir şey sanınca alıyorsun, aldıktan 2-3 sene sonra yolda gözüne takmaya çalıştığın anda tak diye klipsi parçalanıyor ve üzerinde bir çizik bile olmayan gözlük saniye içinde kullanılamaz hale geliyor. Yaptırmaya uğraşırken daha da beter hale geldi, neyse o kadar detayına girmeyelim.

Hal böyleyken yeni gözlük şart oldu, sokakta gözüme güneş vurduğunda direkt deli gibi hapşırmaya başlayan biriyim çünkü. Ama gelin görün ki hayat ironilerine tam gaz devam ediyor; şunun rengi fena değil sanki diye elime aldığım ilk gözlüğün etiketinde 8300 lira yazıyordu. SEKİZ BİN ÜÇ YÜZ. Küsüratı da vardı eminim ama neydi onu hatırlamıyorum. Fiyatı görünce allah cezanızı versin be gibisinden homurdandım kendi kendime, çalışan arkadaş da yakınımdaymış ve bunu duydu. Akabinde, sanırım bana da bir çok insana ifade edeceği kadar çok şey ifade edeceğini düşünerek, e abi ....... markasına bakıyorsun ama dedi. Eee? dedim ya. Eee yani?

Velhasıl o anda tek bir şeye karar verdim. O da şu ki; eğer o gözlük o fiyattan satılıyorsa, filmlerde de her istediğini hikayenin anlam bütünlüğü doğrultusunda elde eden bunca insan kesinlikle elde ettiklerini hak etmiştir ve o kafiyeli sonları gerçek hayatta hakikaten denk getirmiştir. İhtimal, o gözlüğün gerçekten bu parayı ediyor olmasından daha az değil çünkü. Kesinlikle değil hem de.

Uzun zaman sonra yüzüme gerçekten yakıştırdığım bir tane buldum nitekim. Ucuza kaçmadan verip parayı alacağız mecbur, alacağız ki öyle elimizde kalmasın. Kadıköy/Yazıcıoğlu'nda seyyar manav arabasına koyduğu pillerin 15 tanesini 1 liradan denedim abi hepsi çalışıyor diyerek satan arkadaşlar alınmasın ama; ne kadar az para ödemiş olursa olsun, aldığı şey elinde patlayınca insan kötü hissediyor. Ha 8300 lira veren yine ayrı bir köşede canım, onu ellerimiz kızarırcasına ayakta alkışlamak boynumuzun borcudur kim ne derse desin. Zaten o gözlüğü satan tezgahtar da emekli olsun anasını satayım, gitsin bağ bahçe işine girip kendi biberini kendi yetiştirsin.

Gözlüğün fiyatının 8000 küsür lira olduğu, tüm piyasanın talep doğrultusunda (talep var ki bunları raflara diziyor adamlar, bırakın şimdi ayak yapmayı) pembe, yeşil ve mor renkli kramponlar tarafından sarıp sarmalandığı bir dünyanın daha ne kadar gideri var ben emin olamıyorum açıkçası... Evet benim göstergelerimden bazıları bunlar, bu kadar da sığım. Eskiden mahallede giyildiğinde noluyor lan? diyeceğimiz renkler şimdinin gözdesi olmuş; hatta bırakın gözdesi olmayı, o dönemin alışılagelmiş renklerini koltuğundan etmekle de kalmayıp bizzat o renkleri garipsenen konuma sokmuş. Gidin bir halı saha maçını izleyin, oynayan kaç kişinin ayağında eski tarz siyah krampon görürsünüz ki?

Herkes siyah giyinsin demiyorum birader indir o elini. Anlatmaya çalıştığım şey başka. Lan zaten milletin çoğunluğunun derdi top oynamak, spor yapmak filan değil. Maksat dostlar alışverişte görsün... Herif salona gelirken üstüne öyle bir ekipman döşemiş ki, sanırsın birazdan Manana kayasına tırmanıyoruz: 

Sarmalı eldivenler, ultra yeni teknolojisi sayesinde vücudu tam sıkı sarmasına rağmen aynı zamanda da cilde nefes aldıran cinsteki kumaşıyla üretilmiş (ebenin .mı) uzun kollu badiler, efendime söyleyeyim kıç tarafına yerleştirilmiş kılima kuul sistemi sayesinde o narin sağ ve sol göt loblarının nefes almasını sağlayan şortlar...

Hep dikkat kesiliyorum bu tiplere; 10 dakika çalışıyorlarsa 15 dakika laklak yapıyorlar. İsmi lazım değil yeni nesil gruplardan biri çalıyor, güya çok seviyormuş gibi şarkıya ritm tutuyorlar filan... LAĞN! Olum değil kılima kuul, o şortun arka tarafına kalorifer peteği de koysalar senin götün idman sırasında yine ter-le-ye-cek. Bilmiyorsan uyandırayım yani.

Hey gidi Diadora, ne mutluyduk seninle be. 11 senelik bir mamülün hala elimde ama yenisini arasak piyasayı 2 marka kapatmış, sen yoksun. Gerçek hikayeleri konu alan filmlerdeki çocuklar avukat çıktı, sıfırdan nerelere geldi; peki ya sen, sen nerelerdeyken bu hallere düşecek marka mıydın be? Totti bile bırakmış seni ama ben bırakamıyorum. E internetten alsana ağızlarını da geçelim; krampon dediğin dokunarak, hissederek, giyilerek alınır. Sektör farklı olmasına rağmen bu kıvama yakın şekilde yad edilecek bir başka marka ise Wilkinson, ona da bir selam etmeden bitirmeyelim.