28 Şubat 2013 Perşembe

Göçebe

Lafların yerini ve zamanını değiştiririz biz. Yoksa farkında değil miydiniz?

Üniversite günlerinde, şehir içindeki evin haricinde, kampüs baya uzak olduğu için, Kurtköy'de kampüse yakın bir yerlerde mevzilenmiş dostların evlerinde takılmaca/kalmaca bol keseden olurdu. Evin asıl kiracısı olan 3 arkadaşımdan birinin, evin en güneş görmeyen (ve dolayısıyla en rahat uyunan) odasından herkesin eşit ölçüde yararlanabilmesi adına bulduğu hakkaniyetli ve dahiyane oda rotasyonu sistemi misali; rotasyona sokmuşuzdur lafların kullanımını. 

Her Türk evladının, ortalama 10-12 yaş arasındayken ailesine bir küçüksün, bir büyüksün diyorsunuz; karar verin neyim ben şeklinde isyan edişinin ana nedeni de budur. Bir araya gelen aile meclisinde büyüklerin izlemekte olduğu bir filmi izlemek için fazla küçük, 6 sene öncesinde beraber çıplak olarak denize girdiğin kuzeninle aynı şekilde yüzmek içinse fazla büyüksünüzdür. İlk bakışta çok komplike bir durum olarak gözükmese de, çocuğun bu laf rotasyonunu ilk fark ettiği zamanlarda yaşadığı mental ambalasyonu ve akabinde içine girdiği isyan halini babacan bir tavırla karşılamak en doğrusu olacaktır.

Biraz daha büyüdükten sonra son şeklini almaya başlayan aile fertleri ilişkileri de -gerek içeriden, gerekse dışarıdan- bu rotasyon yordamı ile etiketlenir. Oğlanın babaya, kızın anaya çektiği durumlarda anasının kızı, babasının oğlu; oğlanın anaya, kızın babaya çektiği şekillerde ise Picasso tablosu misali bir ufak kaydırmaca ile anasının oğlu, babasının kızı deriz. Ana veya babadan birine kimsenin çekmemiş olması gibi durumların acıklı hikayesine girmemi ise şu an penceremden gördüğüm kara bulutlar engelliyor. Öyle diyelim en azından. 

Ben, ayıptır söylemesi, anama çekmişim çoğu huyumda. Geçmiş günleri anlattığı sohbetlerden birine daldığımızda, eskiden kindar olduğundan bahsetmişti bana. Zamanla bundan kurtuldum ve böylesi daha iyi demişti. O güne kadar kendimde de fark ettiğim fakat adını koyamadığım bir şeydi içten içe. O gün ise annem, teşhisi farketmeden de olsa koymuş oluyordu bana. Övünülecek bir huy değil, esasen huy övünülecek bir şey değil, neyse. Ama bir getirisi de olmuyor değil insana: Hafızayı kuvvetlendiriyor enteresan şekilde.

Kindarım ben, kindar! Hafızam da süper! diye sokaklarda bağıra çağıra dolaşmıyorsun elbette. Ama yıllar içerisinde konuşulan ve söylenen şeyler içinden, başka bir tartışma sırasında işine yarayacak olan bir şeyleri tereyağından kıl çeker gibi çıkarıp tartıştığın kişinin önüne koymanı sağlaması gerçekten enteresandır. Unutmamışsındır çünkü, ilk işittiğinde bir bezelye tanesi büyüklüğüyle kulağından girmiştir ama yıllar içerisinde kendi kendisinden beslenerek koca bir sıkıntı yumağı haline gelmiştir ne yazık ki. 

Söylenen ufak ve çoğu kişiye önemsiz gelebilecek bir sözü bile unutmamışken; yapacak hiç bir şeyinin olmadığı bir yaşta, bir gece yarısı tüm mahalle tayfasının bakışları arasında, elinden tutulup 700 kilometre güneye doğru gitmekle başlayacak olan ve elini tutan kişi tarafından kalıcı olması planlanan bir yolculuğun ilk gecesini de unutmuyor haliyle insan. Unutmak şöyle dursun, neredeyse her anını hatırlıyor.

Kindarlık ile semtçilik birbirine benzer huylar değildir belki ama; ikisinin de ortak yönleri mevcuttur bolca. Hiç düşünmezdiniz değil mi? Ben düşünmek zorunda kaldım, durun anlatayım. İlk bakışta ikisi de inadı, istikrarı ve tutuculuğu barındırıyor kendi içinde. Normalde çoğu açıdan basit yaşamana rağmen, bir insan bir insana ismini söylediğinde seni anacakları alanlar belli olmasına rağmen, belki de basit yaşamayı en çok istediğin şey konusunda bunu yapamamak, yaşamının en büyük ironilerinden biri olsa gerek: Hayata doğup büyüdüğün semtte, doğup büyüdüğün mahallede devam etmek. 

Aile bireyleri ile olan farklılıklarını keşfetmek, üzüntüden çok bir özgürlük ve bağımsızlık hissi veriyordu yeni ergene; ama yıllar onlardan birisiyle arasında olan farkın sadece bazı farklılıklar olmadığını, aksine, benzeşen yönlerin çok az sayıda olduğunu kanıtladığında bu kez aynı şeyleri hissetmek çok zor. Evet, bir kaç yıl geçmiştir ve sen başladığın yerden uzaktasındır. Ama dönme isteği çok kuvvetlidir ve başaracaksındır, kimse duramayacaktır önünde. Buradaki asıl sorun, dönüşü gerçekleştirmenin ardından karşılaşacaklarındır. Çünkü sen Ninja Kaplumbağalar'ın başlangıç saatini sektirmeden televizyonun başına oturduğunda, her şeyi bildiklerinden emin olduğun büyüklerin takılmaktaydı hemen yan odada.

Kendini; tamam, tribün veya müzik konusunda benim kadar kafatasçı olmalarına gerek yok da... Ait olmadığı bir iklimde, ait olmadığı insanların arasında, 700 kilometre güneyde yaşama isteği de nereden çıktı? derken bulduğunda, artık her şeyi bildiklerinden o kadar da emin değilsin. Onların yıkıp geçtikleri ve ısrarla geçmişte bırakmaya çalışıp başaramadıkları yerde, tek başına yeniden başlamak üzeresin. En basitinden, bir mezar ziyareti için yüzlerce kilometre tepmek istemiyorsun ait olmadığın yerden evim dediğin yere... Rüzgar gibi gelip geçen senelerin ardından geriye dönüp baktığında, yola harcadığın onca para içini acıtmasın istiyorsun. Seni belki de bazı insanların itici bulmasını sağlamasına rağmen, göğsünü gere gere mahallemin takımı ulan! dediğin takımdan ayrı kalmak istemiyorsun. O değil de; sanırım hepsinden fazla, hiç tahmin etmediğin halde, seninle aynı hissiyatların yarısını bile paylaşmayan bir adamın oğlu olduğuna üzüldüğün için afallıyorsun.

Şimdi haykırsan kaç yazar, ben göçebe değilim! diye. Değilsin belki ama; istediğin gibi de olamadın aynı zamanda.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder