Geçtiğimiz günlerde, artık pek eskisi kadar görüşemesek de,
yakın bir arkadaşımın düğününde bulundum. Şehrin güzel otellerinden birinde
yapılan organizasyon her ne kadar içimi çok evvelinden şişirmeye başlasa da, sorumluluk
ve arzu hissederek, her türlü hamallığa varım demek suretiyle hizmetimi ortaya
koydum; öyle ki, hayatımda ilk defa navigasyon kullanıp yürüyerek, daha önce
hiç bilmediğim bir sokakta hazır ettim kendimi günün erken saatlerinde.
Şıklık yarışındaki, "modern" ve "normal"
insanlar, hayatlarında bir daha ellerine bile almayacakları kıyafetleri içinde
arz-ı endam etmiş, birbirlerine tiyatral yeteneklerinin en üst kademelerinden
örnekler sunar halde ilgili gözükmeye çalışıyordu. Kara koyundum ben yine,
olabileceğim en "normal" ve "modern" haldeydim; elimden
geleni yapmıştım ama belki yine de düğün sahiplerine laf getirecek bir kıyafet
içindeydim: Ne boğazıma yapışmış bir papyonum, ne gösterişli bir ceketim, ne de
taşan etlerimi cesurca sergilememi sağlayan bir sırt dekoltem vardı.
Kendimi yeni pozisyonuma adapte etmeye çalışırken, işleyiş
mekanizmasını tamamen unutup, binmekte olan başka bir hanımefendinin yanında asansöre
koşmam sonrasında yaşayacaklarım, pek güzel bir özet olmuştu aslında. Kendi
kartını okutan hanımefendi, odasının olduğu katın düğmesine -elbette- sorunsuzca
basmış; kartını yanında taşımayan ben ise, çıkacağım katın düğmesine karşı
giriştiğim ısrarlı mücadelede başarısız olarak alakasız bir katta bulmuştum
kendimi. Her köşenin birbirine benzediği ilgili kattaki meraklı bakışlar
altında önce yangın boşluğunu dener gibi olsam da, daha büyük rezillik
çıkmaması için çareyi görevlileri aramakta buldum.
...
Sosyal ortamlara karşı organik tepkisel yansımamız, yani amiyane
tabirle yabaniliğimiz, hep bir uyumsuzluk ve agresiflik olarak algılanageldi...
Ne yazıktır pek az kişi idrakine vardı ki, insanlara karşı ilgiliymiş gibi
davranmıyorduk; eğer konuşuyorsak gerçekten ilgiliydik. Bir şey söylediğimizde,
orada bulunuşumuzun gereği olsun diye değil; onu gerçekten hissettiğimiz için
söylüyorduk. Çok kişi farkına varsın diye bir ihtiras içinde ise asla değildik;
tek derdimiz 0 noktasıydı, yani tarafsızlık ve nötrlük. Belki ikinci bir
düşünme, ikinci bir okuma.
Maç 3-0 iken kopan Pınarbaşı'nın hiç bir zaman büyük bir
hayranı olmadık sizin anlayacağınız; tam tersi, haftalardan başka bir hafta, o
ıslak deplasmanda, 80'de ikinciyi yemişken üzerine daha da bağıranlardık biz. Yazık
ki, kaidelere uyarak yerine getirdiğiniz, onca şatafatla marine edip uğrunda kırk
takla attığınız şeyi; ayakkabımızın teki hafif yırtılmış halde, esen rüzgara
karşı pembe bir yalanla "üşümediğimizi" söyleyerek, atkımızı size
uzatmak suretiyle hali hazırda ortaya koymuştuk zaten biz.
Görmediniz, canınız sağolsun.
Uzun zamandır, hayatın oturmuş düzen maddelerine ve hatta
hayatın ta kendisine karşı içimde büyümeye başlayan isteksizliğe karşı,
sevdiğim insanlar için bir şeyler yapmak icap ettiğinde mücadele ediyorum.
Fakat elimden gelenin en iyisinin, sevdiğim insanlar için yeterli olduğundan
emin değilim... Açıkçası kendimi garip hissediyorum. Sevdiğim insanları mutlu
etmemin yolu, tüm bunlardan geçmemeliydi. Beni takı merasimindeki duruşuma ve
tecrübeme, üzerimdeki kıyafetin şekline, X ülkesinin yerel yemeğini yiyip
yemediğime, lüks restoranda kumaş/peçeteyi bacaklarıma yayıp yaymadığıma, ne
bileyim işte, listeleri alt-üst eden single'ları tanıyıp tanımadığıma göre
değerlendirmemelilerdi... Ben hiç birisini Xentrix'in 2. albümünün 4. şarkısını
bilip bilmemelerine, ayakta işedikten sonra tuvaletlerinin her tarafını sidik
etmelerine göre değerlendirmedim çünkü. Tuttum, kendi evimde işedim.
Beni sevseler de, görebiliyorum gözlerinde. Tam olarak yıkamadım
o düşünceleri, başarısız oldum. Tribünde düştüğümüz duruma, "normal" ve
"modern" hayat kriterlerinin gürültülü çarkları arasında da düşmekten
kurtulamadık: Arkadaşlarımız, arkadaşlarımızın kız arkadaşları, karşılıksız
kovalıyor olsak da maaşlı gözüyle bakanlar gibi baktılar bize. Uymuyorduk
çünkü, para etmeyenden ilerliyorduk.
İroniktir ki; göze aldığımız, kendimizi yapmaya hazır
hissettiğimiz bir çok şeyin yeri bile yok, bahsi bile açılmıyor. Biz, fazla
gözükmeyen pis işleri yapmaya başını koymuşlar olarak, kağıt üzerinde kendimizi
hazır hissettiklerimizden çok daha kolay gibi gözükecek noktalarda
afallayabiliyoruz: Berber merasimi, fotoğrafçı ve bilimum görevli bahşişleri,
bizim toplumda herkesin konuşmaktan kaçındığı fakat bir o kadar sıkça yapılan
bir takım ayarlamalar, şık giyinmek, akrabalarla iyi geçinmek, kadınlarla iyi anlaşmak
ve seks uğruna beş para etmeyecek sohbetlere uyum sağlayıp adapte olmak, bir
davette yanına oturan daha önce hiç görmediğin bir kişiyle sohbet etmek,
hastanede burnundan solurken yanına yaklaşıp kendince espri yapan güvenlik
görevlisine ilgi göstermek...
Yahu, bir toplum, sıkça yapılan bir şeyi neden hiç konuşmaz?
Sizin konuşmaktan kaçındığınız bir şeyi, neden en ince ayrıntısına kadar bilmek
zorundayız biz?
Şahsıyla ilgili, kendini ifade yeteneği başta olmak üzere,
çok fazla soru işaretleri olan bir insan varsayalım. Bu insan, kendini
olayların neresinde gördüğüne dair şahsi hesaplamasını yaparken, çok farklıymış
etiketine bulanırsa fark etmeden, itici gözükmeye başlayacaktır. Korktuk, hep
korktuk. Çünkü biliyordu insanlar, yapmışlardı, tecrübe etmişlerdi bizim
çekindiğimiz ve beceremediğimiz bir çok şeyi; ve bu yüzden bizim de onlar gibi
olmamızı bekliyor, samimi bulmuyorlardı belki de bu "yeteneksizliğimizi".
Bir isyan haline, bir uyuşmazlık halet-i ruhiyesine, hatta
ve hatta burnu büyüklüğe sokuldu benliklerimiz! Halbuki tek istediğimiz,
çıktıktan 5 dakika sonra almayı unuttuğumuz bir şey yüzünden geri döndüğümüz
markette, birilerine tekrar selam verme zorunluluğunda olmamaktı; bu kadar
basit.
Diyeceğim o ki; yeri gelir sosyalleşir, yeri gelir
normalleşir insanoğlu.
2. ve hatta 3. gözler için itinayla dizayn edilmiş, azın ve
ucuzun, ilkelin ve sadenin her daim kötü olduğu olgusuyla yoğrulmuş bu mekanik hayatlarımızda;
insanların gözüne nasıl gözükeceğin ve senin hakkında ne düşünecekleri algısı ile,
kendi rahatlığını ve akıl sağlığını sağlayacak şartları bir araya getirme
düşüncesi arasında hiç gidip gelmediğini söyleme bana. "Normal"
kavramının bireysel olması gerektiği hissiyatı ve düşüncesi, bizi yaşayan en
büyük kuraltanımazlardan biri yapagelmiş esasında, heyhat ki ne heyhat!
Buna ne niyetimiz vardı, ne de haberimiz oldu... Biz, sadece
biz olduk. Biz idik. Kendimizi bildik, kendimizi kabullendik.
Peki; hayatın müşterekliğini, x-x-x ayrımı olmadan yaşanması
gerektiğini savunan sizler; milyonlarla birlikte düştüğünüz ofsaytı görebilmek
için kaç kamera açısı, kaç tekrar arzu ederdiniz?.. Ne yani? "Çoğunluk",
tek veya yeterli gösterge miydi "normallik" için? 1945, normal bir
yıl mıydı? Bugün Türkiye, normal bir ülke mi?
Yaşamımıza ekli vaziyetteki onca "yazılı olmayan
kuralın" müsebbibi, insandan gayrı bir yaratık olsa, belki yine bir nebze
sıcaklık pompalayabilirdi zihnime; fakat statü ve şıklığın sembolü olarak boynuna
bir kumaş parçası bağlamayı seçen, Ural gölünü kurutan, 40 sene evvel sigara
içmeyene - bugün ise 3 çocuk yapıp kredi kartı borcu olmayana "adam" gözüyle
bakmayan insanoğlu; kendisine tanınan tüm şansları çoktan tüketmiş durumda.
Lüks rezidanslarınız ve artık kaplarına sığmayarak çatırdayan
densizlikleriniz kadar büyük aslında korkularınız.
Sahte gülümsemeleriniz ve etiketli yardımseverlikleriniz ise
bu saatten sonra hiç para etmeyecek.
O yüzden bilin ki, ölüm bir son değil bizim için; aksine bir
umut.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder